baslik
stringlengths
2
57
yazar
stringlengths
8
48
makale_metni
stringlengths
1.06k
20k
url
stringlengths
49
102
YATIRIM PROJELERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Ali Hepşen
Yatırım projelerinin veya önerilerinin finansal açıdan uygunluğunun belirlenmesidir. “Sermaye bütçelemesi kararları” olarak da adlandırılan, yatırım projelerinin değerlendirilmesi, finans yazını ve uygulamasının önemli konularından biridir. Bu değerlendirmelere konu yatırım kararları, genellikle yüksek bütçe gerektirmesi, ve yatırımın geri dönüşünün uzun zaman alabilmesi nedeniyle bir işletmenin başarısında kilit rol oynamaktadır. Burada amaç, firmanın değerine katkı sağlayacak şekilde doğru yatırım alanlarının araştırılması ve bu kapsamdaki yatırım proje önerilerinin değerlendirilmesidir. İşletmeler açısından projelerin yatırım yapılabilirliğinin değerlendirilmesi sürecinde iki husus öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki, projenin ekonomik ömrü içerisinde katlanılması ve elde edilmesi beklenilen tüm “nakit akışları”nın (nakit girişleri ve nakit çıkışları) tahmin edilmesi; ikincisi ise ilgili nakit akışlarının “bugünkü değere dönüştürülmesi” amacıyla kullanılacak olan “iskonto faiz oranı”nın belirlenmesidir.  Yatırım projeleri, genel olarak ya “yeni bir proje” ya “yenileme projesi” veya “genişleme projesi” şeklinde üç farklı yapıda olabilmektedir. İşletmelerin sınırlı kaynakları dikkate alındığında alternatif projeler arasından bir seçim yapmak, bunları önem derecesine göre sıralamak ve bazı yatırımlardan vazgeçmek zorunda kalabileceklerini belirtmek gerekir. Dolayısıyla, kaynakların işletmenin değerini artırmak amacına uygun şekilde sonuçlar verebilecek yatırımlara yönlendirilebilmesi için projelerinin değerlendirilip bir karara varılması gerekecektir. Bu doğrultuda, yatırım projelerinin değerlemesinde kullanılan başlıca yöntemleri geri ödeme süresi, net bugünkü değer, iç verim oranı ve karlılık endeksi (fayda/maliyet oranı) şeklinde sıralamak mümkündür. “Geri Ödeme Süresi Yöntemi”, ilk yatırım harcaması olan nakit çıkışının ne kadar sürede geriye kazanılabileceğine göre değerleme yapılmasını içerir. Geri ödeme süresi, projenin ilk yatırım harcamasından, projeye ait nakit girişlerinin sıfıra ulaşana kadar sırayla çıkartılması ile hesaplanır. Sıfıra ulaşılan yıl, projenin geri ödeme süresi olacaktır. İşletme bu yönteme bağlı olarak bir tercih yapacak ise geri ödeme süresi en kısa olan projeyi diğerlerine kıyasla seçebilir. “Net Bugünkü Değer Yöntemi”, yatırım projelerinin değerlendirilmesinde öncelikle tercih edilen bir yöntemdir. Projenin net bugünkü değeri; projeye ilişkin nakit çıkışlarının bugünkü değerinin, nakit girişlerinin bugünkü değerinden çıkartılması ile hesaplanır. Tek bir projede net bugünkü değerin sıfırdan yüksek olması, ilgili projenin kabul edilebilirliği açısından yeterli olmakla birlikte, eğer birden fazla proje arasından seçim yapılacaksa en yüksek pozitif net bugünkü değere sahip olan proje diğerlerine kıyasla tercih edilmelidir. “İç Verim Oranı”, yatırım projesinin ekonomik ömrü boyunca gerektireceği nakit çıkışlarının bugünkü değerleri ile nakit girişlerinin bugünkü değerlerini eşit kılan iskonto faiz oranıdır. Yöntem, yatırımın net bugünkü değerini sıfıra eşitleyen iskonto faiz oranına göre değerlenmesini öngörür. Tek bir projede iç verim (kârlılık) oranının iskonto faiz oranından yüksek olması ilgili projenin kabul edilebilirliği açısından yeterli olmakla birlikte, eğer birden fazla proje arasından seçim yapılacaksa en yüksek iç verim oranına sahip olan proje diğerlerine kıyasla tercih edilmelidir. “Kârlılık Endeksi”, bir yatırım projesinin nakit girişlerinin bugünkü değerinin, nakit çıkışlarının bugünkü değerine bölünmesi ile hesaplanmaktadır. Tek bir projede karlılık endeks değerinin 1’den yüksek olması ilgili projenin kabul edilebilirliği açısından yeterli olmakla birlikte, eğer birden fazla proje arasından seçim yapılacaksa en yüksek karlılık endeksine sahip olan proje diğerlerine kıyasla tercih edilmelidir. Yaşanan değişmelere ve özellikle sermaye piyasalarının gelişmesine bağlı olarak, yatırım projelerinin değerlendirilmesi, önemi gittikçe artan bir finans yönetimi konusudur.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yatirim_projelerinin_degerlendirilmesi
YENİ SAĞ
Mustafa Çağatay Aslan
Yeni Sağ, klasik liberal ekonomi politikaları ile muhafazakar kültürel politikaların bileşimi olarak tanımlanabilir. 2. Dünya Savaşı sonrası, Keynes ekonomi modelini benimseyen Avrupa ülkeleri, 1960’lı yılların ortalarına kadar yıllık büyüme rakamları açısından iktisat tarihinin altın çağını deneyimlemişler; ancak rekor seviyedeki büyüme sebebiyle iş gücü açığı problemiyle karşılaşmışlardı. Bu ihtiyaç, eski koloni ülkelerinden ve ikili iş gücü anlaşmalarının imzalandığı ülkelerden Batı Avrupa ülkelerine gönüllü göç sürecini başlatmıştır. Örneğin Türkiye; Almanya (1961), Avusturya (1964), Belçika (1964), Hollanda (1964), ve Fransa (1965) ülkeleri ile ikili iş gücü anlaşması imzalamıştır. 1961 tarihli Avrupa Sosyal Şartı 19. maddesi uyarınca, iş gücü anlaşmaları ile ilgili Avrupa ülkelerine göç eden bireylerin aile üyeleri de, aile bütünlüğü (birleşmesi) için bu ülkelere göç etmişlerdir. 1975 yılı itibarıyla, Belçika, Fransa ve Batı Almanya nüfusunun sırasıyla % 8.5, %7.9 ve % 6.6’sı göçmen işçilerden oluşuyordu. Yine tahminlere göre İspanya (Franco rejimi), Yunanistan ve Portekiz (Salazar rejimi) ülkelerinden toplam 7 – 10 milyon kişi 1950 – 70 arası dönemde Batı Avrupa ülkelerine göç etmişlerdir. 1975 sonrası dönemde artan siyasi sığınma başvurularına bağlı olarak adı geçen Batı Avrupa ülkelerinde, farklı kültürel özelliklere sahip kişi sayısı daha da artmıştır. 1965 sonrası dönemde Batı Avrupa ülkeleri iktisat tarihinin altın çağı sona ermiş ve Avrupa ekonomilerinin büyüme rakamlarında küçülme süreci başlamıştır. 1970’li yıllarda gelen petrol krizi ile ekonomik büyüme rakamları negatif değerlere gerilemiş ve bu ekonomik resesyona yüksek enflasyon ve işsizlik oranlarının eşlik etmesi stagflasyon sürecini başlatmıştır. Özetle, 1945-65 arası dönemde altın çağını yaşayan ve ihtiyaç duyduğu iş gücü sebebiyle farklı kültürlere kapılarını açan Avrupa ülkeleri, 1965 yılı sonrası ekonomik problemlerle ve bu problemlerin tetiklediği kültürler arası “uyumsuzluk” temelinde gelişen sosyal problemlerle karşı karşıya kalmıştır. Yeni Sağ, bu ekonomik ve sosyal iklimde doğmuştur. Kamu harcamalarında artışın sağlanması (ki bu sayede toplam talebin artması hedeflenir) amacıyla devletin ekonomik hayatta katılımcı rol üstlenmesini öneren bir karma model olan Keynes ekonomi modeli, özellikle yüksek enflasyon ve yüksek işsizlik oranlarının aynı anda görülmesi sorununa çözüm getiremediği gerekçesi ile Yeni Sağ tarafından eleştirilir. Yeni Sağ, klasik liberal ekonomi politikalarından ilham alarak, devletin ekonomik hayattaki rolünün minimum seviyede olmasını (gece bekçisi devlet) savunur ve buna koşut olarak yüksek vergi taleplerinin karşısında, özelleştirme politikalarının yanında yer alır. Bu düşüncenin gelişiminde, Frederick Hayek (ö. 1992) ve öğrencisi Milton Friedman’ın (ö. 2006) isimleri zikredilmelidir. Bu siyasi düşünceyi benimseyerek seçim rekabetinde boy gösteren ilk örneklerden birisi 1972 yılında Danimarka’da kurulmuş İlerleme (Gelişim) Partisi’dir (Progress Party). Parti, 1973 seçimlerinde yaklaşık yüzde 16 oranında seçmen desteği kazanmıştı. Bununla birlikte, Yeni Sağ ekonomi politikalarının somut örnekleri, Birleşik Krallık’ta Margaret Thatcher’ın başbakanlık (1979 – 1990) ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Ronald Reagan’ın başkanlık (1981 – 1989) dönemlerinde görülmüştür.  1970’li yıllarda yaşanan ekonomik krizin yol açtığı toplumsal sorunlardan birisi, “göçmen-karşıtı” kültürel politikalara yönelik seçmen talebinin artmasıdır. Bu talebin artmasına neden olan bir diğer önemli etken ise 1968 sonrası post-materyal değerler üzerinde gelişen yeni-sol düşüncesine karşı gelişen bir tepkisidir. Çok-kültürlülüğe ve yeni solun seslendirdiği post-materyal taleplere (demokratik katılım, ifade özgürlüğü, kürtaj, ötanazi ve alternatif yaşam tarzlarına saygı duyulması talepleri gibi) karşı, yeni sağ, tek-kültürlüğe (veya homojen kültür), gelenek, din, aile, devlet, kamu düzeni gibi kavramlara önem veren politikaları öne çıkartmaktadır. Bu düşüncenin gelişiminde Avrupa Medeniyeti Araştırma ve Çalışma Grubu (GRECE) kurucu Alain de Benoist ismi zikredilmelidir. Günümüzde, “toplumun ötekilerinin dışlanması” olarak tanımlayabileceğimiz “nativist” politikalara kaynak olan yeni sağ kültürel politikaları, özellikle dışlayıcı bir popülist söylem benimseyen ve “radikal sağ” veya “popülist radikal sağ” terimleri ile tanımlanan siyasi partilerce desteklenmektedir. Bu partilere örnek olarak, Milliyetçi Cephe (Fransa), Alternatif Parti (Almanya), Özgürlük Partisi (Avusturya ve Hollanda) verilebilir. 2008-09 yılında yaşanan Avro krizi sonrası, yeni sağ ekonomi politikaları sorgulanmaya başlamış olmasına rağmen, kültürel politikalara yönelik seçmen talebi dikkate değer seviyelerdedir.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yeni_sag
YEREL YÖNETİMLER
Yusuf Şahin
Kamusal sorunlarını karara bağlayacak organlarını belirleme, bu organlar eliyle kararlar alma ve alınan kararları uygulama konusunda belirli ölçüde hareket serbestisine sahip ulusal ölçekten daha küçük birimleri ifade eder.  Yerel yönetimler, siyasî yerinden yönetim ve idari yerinden yönetim diye ikiye ayrılır. Siyasî yerinden yönetim, federal devletlerde karşımıza çıkar. Diğer devletlerle ilişkiler ve genel siyaset, federal devlet tarafından yürütülürken; federe devletler, kendi sınırları içinde geniş bir hareket serbestisine sahiptir. Federe devletlerin kendi sınırları içinde karar organlarını belirleyebilmesi, bu organlar eliyle kararlar alabilmesi, sonrasında da kararları uygulayabilmesi ve ortaya çıkan sorunları yargılayabilmesi konusunda federal devletten bağımsız hareket edebilmesine, siyasî yerinden yönetim denilmektedir.  Idari yerinden yönetim, bir öncekiyle kıyaslandığında, merkezin dışındaki birimler için daha dar bir hareket alanına işaret eder ve öncelikle kendi içinde “yer yönünden yerinden yönetim” ve “hizmet yönünden yerinden yönetim” diye alt ayrıma tabi tutulur. “Yer yönünden yerinden yönetim”, bir ülkenin coğrafi sınırları içinde, merkezin dışındaki birimlerin, sadece idari açıdan merkezin belirlediği bir hukukî çerçeve içinde karar organlarını belirleme, karar alma ve uygulama yetkisine sahip olmalarıdır. Yer yönünden yerinden yönetim, coğrafi açıdan merkezin dışındaki birimlere –düzeyleri ülkeden ülkeye değişen oranda bir- idari özerklik verilmesidir. Oysa siyasî yerinden yönetimde, dış ilişkiler hariç, federe devletin bağımsızlığından söz etmek mümkündür. Federal devletlerde de üç katmanlı bir yönetim sistemi kurulmuş olabilir. Dış devletlerle ilişkiler ve ülkenin genel sorunları, federal devlet; ülkenin coğrafi olarak belirli bölgelerindeki siyasî kararlar, federe devlet; federe devletlerin belirlediği genel bir çerçeve içinde bir özerklikten yararlanan birimler (örn. belediyeler) yer alabilir. Üniter devletlerde ise genel bir ilke olarak, yönetim iki kademeli olur: Merkezî yönetim ve onun belirlediği genel çerçevede içinde bir özerklikten yararlanan yerel birimler (örn. belediyeler). Belirtmek gerekir ki, İspanya, Portekiz, İtalya gibi ülkelerde federal devletlerdeki federe devletler kadar yetkileri olmayan ama üniter devletlerde görmeye alıştığımız yerel yönetimlerden daha fazla özerkliğe sahip “bölge yönetimleri” şeklinde ara idari kademeler oluşturulmuştur. Federe devletler ve üniter devletler şeklindeki ikili ayrımdan farklı olarak bu devletler “bölgesel devletler” olarak ifade edilmektedir.  Hizmet yönünden yerinden yönetim ise bir hizmetin merkezî yönetimin dışında ama idari özerklik anlayışıyla sunulmasıdır. Yerinden yönetimin bu türünde de “idari özerklik”ten yararlanan bir “hizmet”tir. Bu hizmet merkezde (bir ülkenin başkentinde) de sunuluyor olabilir. Önemli olan hizmetin sunulmasında bir idari özerkliğin bulunmasıdır, hizmetin coğrafi olarak nerede sunulduğu önemli değildir.  Türkiye üniter bir devlettir. Dolayısıyla ülkemizde “idari yerinden yönetim” türlerini görmek mümkündür. “Yer yönünden yerinden yönetim”, ülkemizde daha çok “yerel yönetimler” olarak da bilinir. Bir başka ifadeyle, Türkiye örneğinde, “yerel yönetimler” denilince genel olarak akla “yer yönünden yerinden yönetim” gelir. Türkiye’de tarihî süreçte adları değişmekle beraber, üç yerel yönetim birimi hep olagelmiştir: İl özel idareleri, belediyeler ve köyler. 1982 Anayasası, bu geleneği devam ettirmiştir. İl özel idareleri il sınırları, belediyeler belediye sınırları ve köyler de köy sınırları içindeki yerel hizmetleri sunan ve idari açıdan özerk kurumlardır. Türkiye’de ayrıca “büyükşehir belediyeleri” de vardır. Büyükşehir belediyeleri, büyük yerleşim yerleri için kanunla getirilen “özel yönetim biçimi”dir. Dolayısıyla, büyükşehir belediyeleri büyük yerleşim yerlerinin yönetimi için geliştirilmiş ve her hâlükârda “belediyeler” içinde değerlendirilmesi gerekir. Yine, bir ilçe statüsünde olmayan ama nüfusu 2.000’in üzerinde olan yerlerdeki “belde belediyeleri” de “belediye”dir. Mahalle muhtarlıkları, genel kanaatin aksine, köyler gibi ayrı yerel yönetim birimleri değildir. 2012 ve 2013 yıllarında büyükşehir belediyesi olan illerin sayısı 30’a çıkınca, bu illerdeki il özel idareleri kaldırılmıştır. 2020 yılı itibarıyla ülkemizde 51 il özel idaresi, 1.389 belediye, 18.292 köy idaresi bulunmaktadır.  Üniversiteler, sanayi ve ticaret odaları, barolar gibi kurumların sunduğu hizmetler, Türkiye’de “hizmet yönünden yerinden yönetim” başlığı altında değerlendirilebilecek hizmetlerdendir. Ankara’daki Ankara Üniversitesi de, Iğdır’daki Iğdır Üniversitesi de merkezî yönetimin belirlediği genel bir hukukî çerçeve içinde idari özerklikten yararlanır.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yerel_yonetimler
YESEVÎLİK
Mehmet Mahur Tulum
Merkezî Asya Türklüğü arasında ‘Pîr-i Türkistan’ lakabıyla da anılan Ahmed Yesevî’nin (ö. 1166) kurduğu tarikattır. Hayatı hakkındaki bilgilere daha çok menâkıb-nâmeler, tasavvuf ulularınca kaleme alınmış eserler, şifahî ve yazılı kaynaklardaki rivayetler ve bilhassa da hikmet mecmuaları (Dîvân-ı Hikmetler) yoluyla ulaştığımız Ahmed Yesevî bugünkü Kazakistan sınırları içinde 11. yüzyılın sonlarına doğru dünyaya gelmiştir.  İlk mürşidi kabul edilen Arslan Baba’dan tasavvufla ilgili temel bilgileri alan Ahmed Yesevî, onun vefatından sonra yine onun daha önce verdiği bir işarete uyarak devrin ilim ve irfan merkezi olan Buhâra’ya gider ve muhtemelen yirmili yaşlarında o zamanın önde gelen mutasavvıf ve bilginlerinden Melâmetî-Kalenderî geleneğine bağlı olduğu söylenen Şeyh Yûsuf el-Hemedânî’nin (ö. 1140) şagirdi ve müridi olur. Yûsuf el-Hemedânî’nin vefatı üzerine şeyhlik postuna önce Hâce Abdullah-ı Berakî, onun ölümünden sonra da Şeyh Hasan-ı Endâkî geçer. Hasan-ı Endâkî’nin ölümü (ö. 1160) nün ardından Ahmed Yesevî şeyhlik makamına geçer. Bir müddet sonra, daha önce şeyhi Yûsuf el-Hemedânî’nin verdiği bir işaret üzerine makamını Şeyh AbdülhâliḲ-ı Gucdüvânî’ye (ö. 1179) bırakır ve Yesi’ye döner; vefatına kadar da orada yaşar.  Hoca Ahmed Yesevî’nin yaşadığı Maverâünnehir’deki Buhara ile Seyhun’un doğusundaki Sayram ve Yesi şehirleri, onun doğumundan çok önce İslâm toprakları dairesine girmişti. Bu yerleşim bölgelerinde halkın çoğunluğu Müslümanlığı kabul etmiş Türklerden oluşuyordu; Ancak yine de Türklerin önemli bir bölümü Müslüman olmuş değildi. Yesevîliğin yayıldığı Sir-i Derya, İlek ve Fergana bölgelerinde yaşayan Türkler o dönemde İslâm dışı veya heterodoks inanışlara sahiptiler. Üstelik Müslüman olan ve olmayan Türkler arasında birlik olmadığından çatışma mevcuttu. Hoca Ahmed Yesevî böyle bir ortamda dünyaya gelmişti. İşte Yesevî’nin kaleminden çıktığı farz edilen ‘Dîvân-ı Hikmet’ dağınık göçebe Türk topluluklarını birleştirmek amacını gütmüş bir kılavuz metin olarak görülmelidir.  Aslında Yeseviyye tarikatının bir nevi prensiplerini de yansıtan ‘Hikmet’lerde genel olarak ele alınan konular şunlardır: Kur’an ve hadise dayanan İslâm esasları, Yesevî’nin propagandasını yürüttüğü tarikat yolunun Kur’an ayetleriyle buyurulmuş olan kulluk görevlerini eksiksiz yerine getirme, iyi işleri işleme, yasaklanmış kötü iş ve davranışlardan kaçınma, bunun yanında her an Allah’ı anarak dua ve niyazda bulunma, Tanrı katına yakınlaşmak (kurbet) için nefsi isteklerin esiri olmaktan kurtarıp, kalbi Hak sevgisiyle doldurma, yücelikler dünyasından gelecek görüntülerin yansımasını sağlamak üzere gönül aynasını (ruhu) arıtıp parlatma, aşkına düşülen yüce varlığın, yani Hakk’ın “dîdârını görme” mutluluğuna kavuşma, Ahmed Yesevî ile Hz. Peygamber arasında ortak noktaların öne çıkarılması, tasavvufî aşk, zikir, tarikatin şeriatle ayrılmaz bağı-semâ ve raks-, Hallâc-ı Mansur’un acıklı sonu, şeriat ve tarikat yönünden yorumu gibi, gerçek âlim/yalancı âlim, gerçek şeyh/yalancı şeyh, hamd ve şükür, nedamet, tövbe ve istiğfar, dünyanın vefasızlığı, ölümün kaçınılmazlığı karşısındaki tedirginlik ve huzursuzluk, öte dünyada hâlinin ne olacağını bilememe korkusu, ümitleri, dua ve dilekleri dile getirme. Bunların yanında yer yer heyecan ve duygu derinliği ile lirizm taşıyan, renkli teşbihlerle edebî bir renge bürünmüş şiir parçaları da vardır.  Yeseviyye mektebi ve Orta Asya derviş nazmı, bu coğrafyada İslâm’ın yayılması, sahih akidelerinin tahrip olmadan korunması ile Türk ruh ve düşünce birliğinin sağlanmasında mühim rol oynamıştır.  Ahmed Yesevî takipçilerince manzum menkıbeler, hikmetler ve daha başka dinî parçaların bir araya getirilmesinden oluşturulan Dîvân-ı Hikmetler, halk edebiyatının en erken ve en kıymetli temsilcilerindendir. Dîvân-ı Hikmetler, yüzyıllar boyunca Orta Asya’nın daha çok okuma yazma bilmeyen Türk ahalisine Kur’an ve Sünnet öğretileri ile İslâm mistisizminin belli başlı kavramlarını aktaran temel malzemeyi barındırır.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yesevilik
YEŞİL TEORİ (Uluslararası ilişkiler)
Nurcan Özgür Baklacıoğlu
Yeşil teori, ekolojik sorunların insan kaynaklı olduğunu savunan, uluslararası düzeni inşa eden siyasi, iktisadî, sosyal ve normatif yapıları çevresel krizin başlıca nedeni olarak gören uluslararası ilişkiler teorisidir. Dennis L. Meadows ve ekibi 1972 yılında iktisadî büyümenin sınırlarına ilişkin uyguladıkları simülasyonla, mevcut birikimsel büyüme hızı ile 2100 yılından önce doğal kaynakların süratle tükeneceğini, atıkların doğa tarafından absorbe edilemeyecek şekilde birikeceğini ve insanlığın büyümenin sınırlarını aşarak çöküş sürecine gireceğini tespit etti. Bu bulgulardan yola çıkan Yeşil Teori 1980’li yıllarda uluslararası siyaset teorilerinin devlet-merkezci, sorun-çözücü ve rasyonel bakış açılarını hedef alarak gelecek nesillerin hakları, ekosistemin geleceği, sürdürülebilir gelişme, ekolojik adalet gibi konuları öne çıkardı. Andrew Dobson ve Robyn Eckersley öncülüğünde geliştirilen teoriyle, doğanın insan yapımı olmayan doğal bir süreç sonucunda oluştuğu ve insan yaşamının ekosistemin varlığına bağımlı olduğunu hatırlatılmış, insan çıkarına üstünlük atfedilmesi eleştirilmiştir. Küresel siyasal iktisat ve yeşil normatif düşünce gibi iki ana akımın yanı sıra ekoanarşizm, ekofeminism, biobölgecilik, yeşil Habermasçı düşünce ve yeşil yeni-sömürgecilik gibi farklı yaklaşımları barındıran Yeşil Teori’de, insan-dışındaki canlıların ve yaşamın güvenliğine önem verilir ve modernleşme, teknolojik gelişme ile endüstrileşme süreçlerinin ekolojik, toplumsal ve psikolojik maliyetine dikkat çekilir. Ekolojik çöküşün sebeplerini küresel kapitalizmin rekabetçi doğasında arayan yeşil siyasal iktisat, kapitalizm, sanayileşme, rekabete dayalı büyüme ve tüketim kültürü gibi değerler üzerinden inşa edilen dünya düzeninin değiştirilmesi gerektiğine inanır. Sömürgeciliğin çevre ülkelerin kaynaklarını tüketirken ciddi çevresel tahribatlar bıraktığını hatırlatan post-kolonyal yeşil düşünce ise uluslararası çevre siyasetinde bu tarihsel adaletsizliğin giderilmesini önerir. Doğa üzerinde insan/devlet hakimiyetinin ekolojik sorunlara sebebiyet verdiğini düşünen ekoanarşitler ise bu hiyerarşinin ortadan kaldırılması gerektiğini savunurlar. Eleştirel uluslararası siyaset yaklaşımlarının farklı metodolojik ve kuramsal perspektiflerinden esinlenen Yeşil Teori, ulusötesi çevre adaleti, yeşil demokrasi, çevresel vatandaşlık, yeşil devlet, yerel ve küresel ekolojik sürdürülebilir topluluklar, kozmopolitan demokrasi gibi çok sayıda konuyu 21. yüzyılın uluslararası siyasetine taşımıştır.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yesil_teori_uluslararasi_iliskiler
YETİŞKİNLİK
Zehra Uçanok
Yetişkinlik, beden ve ruh bakımında olgunlaşma durumdur. Yetişkin olmak pek çok birey için oldukça uzun bir süreçtir ve yetişkinliğin tam olarak ne zaman başladığını belirlemek her zaman kolay değildir. Bazı kültürlerde yetişkinliğe buluğdan hemen sonra ulaşılırken diğer kültürlerde liseden mezun olma, meslek sahibi olma veya ebeveynlerinden ayrı yaşamaya başlama yetişkinliğe geçişi işaret eder. Bunun yanı sıra, ebeveynlerden ve diğer yetişkinlerden bağımsız olarak kendi inançları ve değerleri çerçevesinde karar verebilme, kendi davranışlarının sonuçlarının sorumluluğunu alabilme ve ebeveynleri ile eşit düzeyde iletişim kurabilme yetişkinlik için önemli ölçütlerdir.  Yetişkinlik, 20’lerin başından yaşlılığa ve ölüme kadar olan yaşam süresidir ve en azından üç döneme ayrılabilir: İlk/genç yetişkinlik, orta yaş/orta yetişkinlik ve yaşlılık/ileri yetişkinlik. Beliren yetişkinlik ise tarihsel olarak daha yakın zamanlı çalışmalarda söz edilen bir gelişim dönemidir. Evrensel bir dönem olarak tanımlanmasına ilişkin tartışmalar olsa da yaklaşık olarak 18 ile 25 yaşları arasındaki süreyi kapsayan bu dönemde bireyler ne ergendir ne de genç yetişkindir. Bireyin yaşam seçeneklerinin en geniş olduğu yaşam dönemidir. Deneme ve keşif bu sürecin temel özellikleridir; pek çok birey mesleki planlamalarını, kimliğini ve tercih ettiği yaşam biçimini hâlen araştırmaktadır. Beliren yetişkinliğin ötesinde, geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında iş ve aile yaşamı, bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanımında meydana gelen önemli değişiklikler yetişkinlik dönemini daha az doğrusal ve öngörülebilir hâle getirmiştir.  Genç yetişkinlikteki fiziksel değişiklikler nispeten azdır, 20’li yaşlar bireyin fiziksel sağlık açısından zirvede olduğu, duyuların keskinleştiği ve bilişsel becerilerin olgunlaştığı dönemdir. Ayrıca kişisel ve ekonomik olarak bağımsızlığını kazanma, meslekte ilerleme, pek çoğu için eş seçme, biriyle yakın ilişki içinde yaşamayı öğrenme, aile kurma ve çocuk yetiştirme zamanıdır. Kesin bir yaş sınırı olmamakla birlikte, ortalama 40-45 yaşlarında başlayan ve 60-65 yaşlarına kadar uzayan gelişimsel dönem orta yetişkinlik olarak tanımlanmaktadır. Pek çok sağlık probleminin asıl nedeni genç yetişkinlik yıllarında başlayabildiği hâlde ilk kez ortaya çıkışı orta yaşa rastlar. Bilgi işleme hızı (tepki süresi) yavaşlamasına rağmen zihinsel yetenekler tümüyle gerilemez. Gelecek nesillere anlamlı aktarımların yapıldığı, iş yaşamında ve sosyal ilişkilerde sorumluluğun arttığı ve toplumun bireyden beklentilerinin en üst noktada olduğu dönemdir. Böylece orta yetişkinlik pek çok birey için kazanç (büyüme) ve kaybın (gerileme) dengelendiği gelişimsel dönemdir.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yetiskinlik
YETENEK
Feyzullah Şahin
Yetenek, “bir kimsenin bir şeyi anlama veya yapabilme niteliği, istidat, kabiliyet ve kudret” olarak tanımlanır. Hümanistik bakış açısıyla yetenek, bireylerin insanlığın faydasına olabilecek ürün, süreç veya hizmetleri oluşturma potansiyeline veya gizil gücüne sahip olması biçiminde tanımlanır. Gizil güç ise bireyin bir yeteneği yapabilme yeterliliğine işaret ederken, performans da bireyin edimini vurgular. Yeteneğin ortaya çıkmasında kalıtsal ve çevresel etmenler rol oynar. Bireyin gen havuzu, onun kalıtımsal özelliklerini belirlerken yaşadığı sosyal çevre, hayat koşulları, sahip olunan eğitim fırsatları vb. ise çevresel koşullar kapsamında yer alır.  İnsanın sorunlar karşısında birden çok çözüm üretme yeteneğinden hareketle yakın zamanlarda “çoklu zekâ kuramı” gündeme gelmiştir. Howard Gardner’a göre insan zihni, göreceli olarak birbirinden bağımsız birçok sürece bağlı oluşur. Farklı düzeylerdeki zihni süreçler ve alana özgü bilginin bir örüntü etrafında harmonisi; edebiyat, sanat, spor gibi farklı alanlara özgü yeteneklerin ortaya çıkmasını sağlar. İnsanların ortak zihni süreçlere sahip olmakla birlikte, bu süreçler arasındaki etkileşimde oluşan bireysel farklılıklar, insanlarda farklı yeteneklerin farklı düzeylerde ortaya çıkmasına yol açmaktadır.  Yetenek, genel veya alana özgü olarak iki boyutta açıklanabilir. Genel yetenek anlayışı, farklı yeteneklerin ortaya çıkmasında birtakım ortak zihni süreçlerin rol aldığı varsayımına dayanır. Bu bakış açısına göre bir alanda yüksek düzeyde yetenek sergileyen bireyin, diğer alanlarda da performansının yüksek olması beklenir. Alana özgü yaklaşımda ise; bireylerin yetenekleri, sanat, spor, akademik yetenekler gibi kendi sınırları içinde değerlendirilir. Çağdaş yaklaşımlarda bireylerin yeteneklerinin özel yetenek bağlamında açıklanması daha çok tercih edilir. Değerlendiricinin amacına bağlı olarak bireylerin yetenekleri, genel veya alana özgü olarak değerlendirilebilir. Değerlendirmede, alana bağlı olarak farklı araç ve yöntemler kullanılabilir.  Yetenek, göreceli bir kavramdır. Yeteneğin ortaya çıkışında farklı sayıda ve düzeyde zihni ve psikolojik özellikler söz konusudur Yeteneğin psikolojik olarak daha karmaşık, bilişsel olarak daha üst düzey becerilere bağlı ortaya çıkması, onun toplumsal kabulünün de yüksek olacağının garantisi değildir. Bir yeteneğin toplumsal kabulü, ona duyulan ihtiyaca bağlıdır. Ayrıca, yeteneğin değerlendirildiği zaman kesiti de yeteneğe yüklenen anlamda belirleyici bir etmendir. Bir dönemin en popüler yetenekleri, sonraki bir dönemde önemini yitirmiş olabilir. Bir toplumda anlamlı olan bir yetenek, bir başka kültürde önemsenmeyebilir.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yetenek
YEŞİLAY
İnanç Özekmekçi
Yeşilay; 5 Mart 1920 tarihinde İstanbul’da  Dr. Mazhar Osman [Usman] (ö. 1951) ve arkadaşları tarafından Hilal-i Ahdar (Yeşil Hilal) adıyla kurulan ve daha sonra 1934 yılında alınan  Bakanlar Kurulu kararıyla “Kamu Yararına Çalışan Dernek” statüsü kazanan bir dernektir. Yeşilay’ın tarihsel öncülünün; 1910 yılında kurulan ve Derneğin günümüzde kullandığı sembol olan Yeşil mineden hilali  ilk benimseyen Osmanlı Men-i Müskirat Cemiyeti olduğu kabul edilmektedir. Kuruluş itibarı ile alkol ve alkol bağımlılığı ile mücadeleyi amaçlayan dernek, süreç içerisinde bağımlılık türlerinin artmasıyla birlikte çalışma alanlarını çeşitlendirerek sigara, uyuşturucu madde, kumar ve yakın tarihte teknoloji bağımlılığını da mücadele alanına dâhil etmiştir. Başlangıçta alkol, sigara, kumar bağımlılığa ilişkin koruyu-önleyici faaliyetler alanında hizmet veren bir dernek olan Yeşilay; Yeşilay Danışmanlık Merkezlerinin (YEDAM) kurulmasıyla  2014 yılından itibaren toplum temelli tedavi yaklaşımı ve basamaklı tedavi müdahale yöntemini benimseyerek ülke çapında açtığı merkezlerde bağımlı kişilerin rehabilitasyonuna ilişkin çalışmalara başlamıştır. Günümüzde Yeşilay’ın hizmetleri “bağımlılıkla mücadelede ulusal ve uluslararası düzeyde öncü rol oynama” vizyonuna uygun olarak uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Bu çerçevede Türkiye öncülüğünde 34 farklı ülkede, “Ülke Yeşilayları” kurulmuş ve bunlar Uluslararası Yeşilay Federasyonu çatısı altında bir araya getirilmiştir. Yeşilay, Birleşmiş Milletler Ekonomik Sosyal Konsey Özel Danışmanlık (ECOSOC) statüsüne sahiptir. Bu statü sayesinde Yeşilay, Birleşmiş Milletler’e ve onun organlarına herhangi bir konuda güvenilir uzman bilgisi sağlamakta, aynı zamanda benzer alanlarda çalışan bölgesel, ulusal ve uluslararası kurumlarla da bir araya gelme imkânı oluşmaktadır. Yeşilay’ın kurulduğu 1-7 Mart tarihleri Türkiye’de Yeşilay Haftası olarak kutlanmaktadır.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yesilay
YORUM (Hukuk)
Çiğdem Kırca
Hukuk kuralının veya kavramının hukukî açıdan değer taşıyan anlamının belirlenmesi ve açıklığa kavuşturulmasıdır. Yorumun nasıl yapılacağı ile ilgili bilgileri araştıran hukuk dalı hukuk metodolojisidir. Geleneksel olarak yorumun dört unsuru (elemanı; yöntemi) bulunmaktadır. Bunlar, sözel (lafzi), tarihsel, sistematik ve amaçsal yorumdur. Yorum unsurlarının aynı olayda eşit değerde tutulması ve yorumcunun yorum faaliyetinde bunların tümünü dikkate alması gerekir. Türk Medenî Kanunu’na göre, “Kanun sözü ve özüyle değindiği bütün konularda uygulanır”. Sözel yorumda, günlük konuşma dili, hukukî kavram ve terimlerin özellikleri, kanun metinlerinin ifade ediliş tarzı dikkate alınır. Dil bilgisi ve gramer kurallarından yararlanılarak kullanılan sözcükler veya kavramlardan, normun dilsel (Türkçe) anlamı bulunur. Tüm hukuk normları, temelini bir amaçtan, hukuk politikasına ilişkin bir hedeften, pratik bir ihtiyaçtan alır. Amaçsal yorum, normun amacı ve hedefi dikkate alınarak yapılır. Yorumda, hukuk kuralının kanun koyucu tarafından düzenleme amacının araştırılmasına tarihsel yorum denir. Tarihsel yorum yapılırken normun oluşum süreci araştırılır ve özellikle daha önceki benzer kanunlar ve bunların değişimi göz önünde bulundurulur; kanun tasarıları, komisyon ve meclis görüşmeleri, tutanaklardan, gerekçelerden yararlanılır. Sübjektif yorum teorisi, kanunun yapıldığı zamandaki kanun koyucunun amacının araştırması gerektiğini savunur. Objektif teori ise kanunun zaman içerisinde kendi geçerliliğini taşıdığından hareket ederek, yorumda kanun koyucunun amacının değil, kanunun içerisinde yer alan “hukukî aklın ve hukuk mantığının” bulunmasına yönelik rasyonel amacın araştırılması gerektiğini savunur. Bu iki teori uzun zamandan beri tartışılmaktadır. Günümüzde genellikle kabul edilen, her iki teorinin dikkate alınarak yorum yapılmasıdır.  Sistematik yorumda, her bir hukuk kuralının (normun) kanun içindeki yeri ve kanunun tüm hukuk sistemi içindeki yeri dikkate alınır. Hukuk sistemi dış sistem ve iç sistem olarak ayrılmaktadır. Dış sistem kanunun şekli yapısını ifade eder. İç sistem ise birbiriyle uyumlu değer yargılarının ve hukuk ilkelerinin amaçsal olarak bir araya gelmesiyle oluşur. Hukuk kuralının sistem içindeki yeri, onun dayandığı temel ilkeler ve altında yatan değerlendirme kararları bilindiği takdirde tam anlamıyla anlaşılabilir. Sistematik yorumun uygulama alanına genel norm-özel norm ilişkisi de girer. Normlardan biri, diğer normun uygulama alanını tamamen kapsayacak şekilde daha geniş ise bu norma genel, diğer norma özel norm adı verilir. Sistematik yorum yapılırken diğer yorum unsurları ile birlikte değerlendirmek kaydıyla “özel norm genel normdan önce gelir” kuralına başvurulabilir. Özel normun genel norma oranla öncelikle uygulanması, öncelik kazanmadığı takdirde hiç uygulanamayacak olmasından ileri gelir. Sistematik yorumun bir gereği olarak da ortaya çıkan Anayasaya uygun yorum ve uluslararası hukuka uygun yorum, diğer önemli yorum ilkelerindendir. Yorumda normun konulduğu zamandaki fiili ve maddi duruma, özellikle ekonomik koşullara, bilimsel verilere, tabiat ve tekniğe dikkat edilmesi gerekir. Buna yorumda “gerçekçi unsur” veya “sosyolojik unsur” adı verilmektedir. Yorumda gerçekçilik (realizm), hukukun toplum hayatına uygulanabilmesini ifade eder. Kanunların yorumu yanında, sözleşmelerin yorumu da yer almaktadır. Sözleşmenin yorumu, sözleşmede kararlaştırılanların anlamını, tarafların ortak iradelerinin içeriğini belirlemektir. Türk Borçlar Kanunu’nda (TBK), hâkim, sözleşmenin içeriğini öncelikle tarafların birbirine uygun gerçek iradelerine göre belirler. Gerçek iradeyi araştıran yoruma sübjektif yorum denir. Tarafların birbirine uygun gerçek iradelerinin belirlenemediği durumlarda objektif yoruma başvurulur; bu bağlamda makul ve dürüst bir kişi söz konusu şartlar altında irade açıklamasını nasıl anlayacak ise irade ona göre yorumlanır. Sözleşmenin yorumu için taraflar arasında bir yorum uyuşmazlığı bulunmalıdır. Yorum uyuşmazlığı sözleşmenin kurulması konusunda değil, içeriği konusundadır. Sözleşmenin yorumunda sadece söze göre yorum yapılamaz. TBK bu yolu açıkça kapatmıştır. Sadece söze göre yorum yeterli olmamakla birlikte, sözleşmelerin yorumunda tarafların kullanmış oldukları sözcükler, nitelemeler önem taşır. Nitekim tarafların iradelerini söz veya yazı ile beyan ettikleri beyan metni, asli yorum araçlarıdır. Sözcüklerin anlamını belirlemede dil bilgisi kuralları, dil yasaları, dilin yapısı asli yorum araçları olarak kullanılır. Tarafların kullandıkları sözcükler bireysel olarak değil, beyan bütünlüğü içinde sistematik olarak değerlendirilmeli, metin diğer unsurları dışında tutularak tek başına yorumlanmamalıdır. Sözleşmenin amacı önemli bir yorum aracıdır, öyle ki, beyanın açık metnine rağmen sözleşmenin amacı üstün tutulur. Sözleşmenin amacı tarafların birbirine uygun gerçek iradelerini belirlemektir. Tarafların sözleşmenin kurulduğu zamandaki menfaat durumları, özellikle tarafların amaçları, sözleşmenin kurulduğu yer ve zaman, sözleşme görüşmeleri, sözleşme tasarıları, ifa hazırlıkları, ifanın yapılmış olup olmadığı gibi sözleşmenin kurulması öncesi, sırasında veya sonrasında meydana gelen olay veya olgular tarafların iradelerini gösteren olgulardır. Bu olgulara tamamlayıcı yorum araçları denir.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yorum_hukuk
YÖNETİM
Mahmut ÖZDEMİR
Belirlenmiş ortak amaçları gerçekleştirmek için yapılması gereken faaliyetlerin planlanması, örgütlenmesi, yönlendirilmesi ve denetlenmesi süreci” olarak tanımlanmaktadır. Türkçe’de “sevk ve idare”, “idare” diye de adlandırılan yönetim; “ortak bir amaca ulaşmak için başkalarıyla işbirliği yapmayı ve onlara iş yaptırmayı içeren “yönetici”lerin yaptığı bir iştir. İnsanlık tarihi kadar eski, evrensel bir olgu, bazılarına göre de bir sanat olan yönetim, aynı zamanda, özellikle sanayi devriminden sonra örgütlerin sayılarının artması ve büyümesiyle ortaya çıkan ve gelişen bir sosyal bilim dalıdır.  Yönetim, “başkalarının davranışlarını etkileme süreci” olarak tanımlanan önderlik (liderlik) ile oldukça ilişkili bir kavramdır. Amaçları, süreçleri ve sonuçları itibarıyla birbirine benzeyen yönetim ile önderlik arasındaki en önemli fark, yönetimin daha biçimsel (formal, resmi) olması ve yöneticinin etkileme gücünü biçimsel mevkiine (pozisyona) dayalı yetkisinden almasıdır. Buna göre her önderin bir yönetici olduğu ama her yöneticinin bir önder olmadığı söylenebilir.  Farklı görüşler olmakla birlikte, yönetimin başlıca işlevleri, planlama, örgütleme, yöneltme (uygulama), koordinasyon, kontrol (denetleme) şeklinde sıralanabilir. ‘Planlama’, neyin, niçin, ne zaman, nerede, kim tarafından ve ne kadar sürede yapılacağına karar vermektir. ‘Örgütleme’ (teşkilatlandırma) ise amaçlara ulaştıracak temel faaliyetler ile maddî ve beşerî kaynakların düzenlenmesini ve “örgüt” denilen yapının oluşturulmasını içerir. Örgüt üyesi çalışanların ve faaliyetlerin belirlenmiş amaçlara doğru yönlendirilmesine ‘yöneltme’, dağılmaya ve karşıklığa meydan vermeyecek şekilde işlerin uyum ve işbirliği içinde yürütülmesine ‘koordinasyon’(eşgüdüm), başarıya ulaşılıp ulaşılmadığını veya amaçlara ne ölçüde ulaşıldığının belirlenmesine de ‘denetim’(kontrol) adı verilmektedir. Yönetim, özellikle, bireysel olarak gerçekleştirilemeyecek amaçlara ulaşabilmek için insanlararası işbirliğine ihtiyaç duyulmasının veya sosyal grupların varlığının sonucu ortay çıkan bir olgudur. Belirlenmiş amaçlara, birey, aile, grup ve toplum olarak erişmek ihtiyacı arttıkça, yönetimin de kapsamı genişlemiştir. İnsan tarihinin başlangıcından bugüne kadar yönetim uygulamalarına ilişkin deneyimler ve son iki yüzyıldır bu konuda yapılan araştırmalar, yönetim biliminin ve uygulamasının gelişmesine katkı sağlamaktadır.  Sanayi Devrimi’nin sonucunda örgütlerin büyümesi ve sayılarının artması ve karmaşıklaşması sonucunda yönetim, askeri yönetimden kamu yönetimine, işletme yönetimine ve örgüt yönetimine doğru evrilmiştir. Özellikle Yirminci Yüzyılda, birer iktisadî birim olan İşletmelerin etkili ve verimli yönetimi ve özellikle üretim faaliyetleri üzerinde yapılan bilimsel çalışma ve araştırmaların sonucunda, dönemler itibarıyla Klasik, Neo-klasik, Modern ve Post-Modern Yönetim Teori ve Yaklaşımları’ ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımlar çerçevesinde işletmeler ve diğer örgütlerin nasıl örgütleneceği ve yönetileceğine dair demokrasi, Bürokrasi, Otorite, Güç, Etkileme, Yetki Devri, Denetim Alanı, Hiyerarşi, Yetki-Sorumluluk Denkliği gibi çok sayıda çeşitli kavram, ilke, teori, yöntem ve kuralları ileri sürülmüştür.  Başlangıçta yönetim faaliyetleri, belki basit birtakım ilke ve kurallarla yürütülebilirken daha sonra bunlar yeterli gelmeyince etkililik, verimlilik, başarılılık açısından çeşitli yönetim süreçleri ve uygulamalarının incelenmesi, yönetimin bilim ve sanat boyutlarına ilgiyi artırmıştır. Günümüzde yönetim çeşitlilik arz eden bir konudur. Bireysel kariyer yönetimi, aile yönetimi, grup yönetimi, toplum (kamu) yönetimi, örgüt yönetimi, devlet yönetimi, kurumsal yönetim, uluslararası ilişkiler yönetimi, işletme yönetimi, insan kaynakları yönetimi, performans yönetimi, ücret ve maaş yönetimi, finansal yönetim, üretim yönetimi, kalite yönetimi, çatışma yönetimi, stres yönetimi, çatışma yönetimi, kriz yönetimi, zaman yönetimi…vb bu çeşitliliğin örnekleridir.  Yönetimin söz konusu olmadığı hiçbir hayat alanı yoktur. Bir başka ifadeyle hayatın her alanında mutlaka bir yönetim vardır. Bu anlamda herkes yöneticidir, yönettiklerinden sorumludur. Birey, kendi kişisel çalışmalarının yöneticisidir. Aile reisi, aile üyelerinin yöneticisidir. Grup ve toplumun lideri kendilerine bağlı üyelerin yöneticisidir. Eğer varsa, toplumdan daha geniş kapsamda insanlığın lideri, tüm insanların yöneticisi olmak durumundadır. Hayatın her alanında yaşanan gelişmelerin etkisiyle yönetim anlayış ve uygulamaları da değişmekte yeni yaklaşımlar da ortaya çıkmaktadır. Son yıllarda, kamu ve işletme örgütlerinin yanısıra gönüllü sivil toplum kuruluşları vb. nin yönetimi ile her alanda uluslararası yönetim, yönetişim, sürdürülebilirlik, sanal örgütler vb., gündemde olan yönetim konularıdır.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yonetim
YORUMSAMACI ANTROPOLOJİ
G. A. Mirza
Simgelerin toplumsal düzlemde birbirleriyle ilişkilerinin kültürü şekillendirdiği düşüncesinden hareketle, kültürün anlama ve yorum çabasıyla kavranabileceği yönünde bir tartışma açarak etnografiyi de sorunsallaştıran bir simgesel/antropolojik kuramsal yaklaşımdır. 1950’li yıllar sonrasında antropoloji, hem kuramsal tartışmalar hem iç hesaplaşmaları bağlamında önemli dönüşümlere sahne olmuştur. Anlam, simge ve yorum kavramları, öncesinde de antropolojik çalışmalarda yer tuttuysa da antropolojinin gündemine ilk kez bu dönemde yerleşmiştir. Max Weber’in (ö. 1920) anlama girişimini merkeze aldığı sosyolojisinde köklerini bulabileceğimiz anlam meselesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen sosyal gerçekliğin yeni atmosferinde farklı alanlardaki arayışları, sorunsallaştırmaları şekillendiren unsurlardan biri olarak öne çıkmıştır. Clifford Geertz’in (ö. 2006) kurucusu olduğu yorumsamacı antropoloji, anlam ve yorum konularına odaklanmasıyla bu dönemi niteleyen kuramsal yaklaşımlardan biridir. Kuramını pozitivist paradigmaya yönelik belirgin bir itiraz üzerinden geliştiren Geertz’in yaklaşımı, simgeselci bakışla şekillenen bir etnografik kavrayışa sahiptir. Geertz, yorumsamacı antropolojiyi kuramsallaştırırken, felsefenin tartışma alanına dahil ettiği fenomenolojik ve hermeneutik geleneklerden etkilenir. Antropoloji tarihinin kuramsal gelişimine bakıldığında, yorumsamacı antropolojinin köklerinin, Franz Boas’in (ö. 1942) ortaya koyduğu tarihsel tikelci kurama kadar indiği söylenebilir.  Clifford Geertz, yorumsamacı yaklaşımını geliştirirken kültürü sembolik bağlamlarına yoğunlaşarak yeniden tanımlar. Bu döneme değin yapılmış kültür tanımlarından uzaklaşarak kültürün, çeşitli semboller arasında örülü anlamlar ağında aranması gerektiğini belirtmesiyle kültüre farklı bir çerçeveden bakmayı önerir. Böylece Geertz, antropolojinin merkezinde yer alan etnografyayı da yeniden tartışmaya açar. Kültürü açıklamanın imkânsız olduğu, ancak anlama çabasıyla kültürün değerlendirilebileceği görüşü sosyal bilimlerdeki metodolojik kırılmaların altını çizmesi açısından önem taşımaktadır. Geertz’in etnografyanın önemini vurguladığı ve yeniden ele alınması gerektiğini belirttiği yaklaşımı, öncelikle anlamın keşfedilmesi gerektiği düşüncesi üzerine kuruludur. Anlam, ancak yorumun olanakları ve sınırlarıyla ortaya çıkarılabilecek bir şeydir. Yorumsa her yorum girişiminde yeniden inşa edilir olmak durumundadır. Anlam ve yorum, yorumsamacı antropoloji için kültürü ele almak ve etnografyanın sınırlarını, derinliklerini kavramak açısından önemli kavramlardır.  Yorumsamacı antropolojinin kuramsal çerçevesinde, etnografyanın yöntem olarak sorunsallaştırılması, tümel-tikel, makro-mikro, evrensel-yerel kavramlarının sorgulanması bağlamında ele alınmıştır. Kültürü çalışmak üzere evrensel bir perspektif oluşturmak ve kültürü evrenselin bağlamında kavramaya çalışmak o kültürün gözden kaçmasına neden olacaktır, bu görüşe göre. Bu bakış açısı, antropolojinin ilk geliştirdiği kuram olan sosyal evrimciliğe olduğu gibi ardılları tarafından da benimsenen pozitivist yaklaşıma belirgin bir itiraz içermektedir. Evrenselci açıklama kategorilerine yönelik eleştiriler üzerinden şekillenen kuramsal girişimler, öncesinde de söz konusu olduysa da yorumsamacı antropoloji, evrensel kavrayışın belirlediği sınırlardan kaçınmanın kültürü çalışmak için yeterli olmayacağını imler. Geertz, kültürü oluşturan anlamlar evreninin ve anlamların semboller üzerinden birbirleri ile oluşturduğu karmaşık ağın içeriğinin anlaşılabilmesi için sembollere değil, semboller ve zihinler arasındaki ilişkiye odaklanılması gerektiğini belirtir. Bunun için önerdiği yöntem, Gilbert Ryle’dan (ö. 1976) etkilenerek ortaya koyduğu “yoğun betimleme”dir. Gözlemden ziyade bağlama odaklanmayı öneren yoğun betimleme, etnografı kültürü oluşturan aktörlerin zihnine girme ve çözebilme iddiasının neden olduğu yanılgıya düşmekten uzak tutmasına yönelik bir yaklaşım ortaya koyar.  Yorumsamacı antropoloji için önem taşıyan bir başka konu, etnografik çalışmaların kaçınılmaz olarak aktör merkezli olduğudur. Aktör merkezlilik, kültürü çalışan kişinin bakış açısından bağımsızlaşmanın imkânsızlığıyla düşünülmesi gereken bir gerçekliktir. Bu bakış, simgeleri Claude Levi-Strauss’un (2009) simgeselciliğinin aksine evrensel bir zihin şemasına değil, aktörün kavrayışına göre konumlandırır. Geertz’ın altını çizdiği şey, etnografinin kişisel bir deneyim olduğu ve simgelerin her yorumlanışında yeniden şekillendiğidir. Dolayısıyla antropolojinin meselesi, yorumun hangi özel olay bağlamında yapıldığı üzerine kurulu olmalıdır.  Yorumsamacı antropoloji, kültürü anlama, yorumlama girişimi üzerinden, kültür ve metin arasında bir ilişki kurar. Buna göre, kültür tıpkı metin gibi kendisini oluşturan anlam dizgelerinin birbirleriyle ilişkileri bağlamında ele alınmalıdır. Öte yandan etnografinin kendisi de bir metne dönüşmekte, her bir okuyucu tarafından yeniden yorumlanmaktadır. Çalışılan kültürden bize ulaşan, yorumun yorumudur. Bu ise anlamın yitimi ve giderek belirsizleşmesinden ziyade anlamın çokluğuna vurgu yapan bir durum olarak öne çıkar. Ludwig Wittgenstein, Hans-Georg Gadamer, Wilhelm Dilthey gibi düşünürlerin geleneği üzerinden şekillenen yorumsamacı bakış, hem epistemolojik hem metodolojik açıdan antropolojinin ve etnografyanın yeni bir bağlama oturmasının yolunu açmıştır.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yorumsamaci_antropoloji
YÖNETİM YAKLAŞIMLARI
Recai Coşkun
Kısaca başkalarına iş yaptırmak veya daha biçimsel olarak, örgütün amaçlarını gerçekleştirmek için örgütsel kaynakların kullanımına ilişkin planlama, örgütleme, yöneltme ve denetleme faaliyetleri olarak tanımlanan ‘yönetim’e dair açıklama, inceleme ve uygulama farklılıklarını ifade eder. Yönetim, örgütlere özgü bir süreçtir. Örgütün büyüklüğü ve örgütsel düzeye göre; alt, orta ve üst düzey yönetimlerden, örgüt türüne göre ‘devlet, ordu, işletme, sendika, dernek yönetiminden söz edilebilir.  Sanayileşme ile birlikte örgütlerin önem kazanmasıyla ortaya çıkmaya başlayan yönetim yaklaşımları, büyük ve karmaşık örgütlerin nasıl yönetilmesi gerektiği sorusuna cevap ararlar. Her yaklaşımın varsayımları ve odaklandığı sorun farklıdır. Tarihî süreç içinde yaşanan gelişmeler, yönetim yaklaşımlarını biçimlendirmiştir. Tarım toplumunda ekonomik etkinlikler çiftçiler, esnaf ve zanaatkârlar tarafından gerçekleştiriliyordu. 1500’lerin başından itibaren bazı Batılı ülkeler dünya genelinde sömürgeler kurdular. Buralardan edindikleri kaynakları ülkelerine akıttılar. Ticareti elinde tutanlar, kentsoylu (burjuvazi) sınıfını oluşturdu. Kentsoylular, sonrasında sanayi devriminin gerek duyduğu sermaye kaynaklarını sağladılar; ekonomik, siyasi ve toplumsal yapıları dönüştürdüler ve sanayi devrimini gerçekleşmesinde başat rol üstlendiler.  Sanayi devrimiyle birlikte insan gücünün yerini makineler almaya başladı. Üretim ve yaşam tarzı yeniden biçimlendi. Üretim, fabrika denilen ortak mekânda yöneticilerin gözetiminde ve ayrıntılı planlanmış süreçler ile gerçekleştirilmeye başladı. İşçi sınıfı doğdu ve kısa zamanda toplumun çoğunluğunu oluşturdu. Sendikalar kuruldu. İşçi-işveren ilişkileri üzerinden yeni ideolojiler oluştu. Devlet yönetimleri bu gelişmeler doğrultusunda yeniden yapılandı. Bu gelişmelerin doğurduğu sorunlar nedeniyle bedeller ödendi. Şehirlerde sefalet ile aşırı zenginlik iç içe geçti. Toplumsal huzursuzluklar baş verdi. Sonrasında Birinci ve İkinci Dünya Savaşları yapıldı. Bu dönemde sanayileşmiş ülkelerde refah artmaya devam etti. Savaş sonrasında devletler toplumsal beklentileri daha etkin karşılama becerilerini geliştirmeye çalıştılar. Süreçte işçi sınıfı da dönüştü ve ideolojik gerilimler azaldı. 1990’lardan itibaren bilgisayar ve internet, 2010’lardan itibaren dijital/akıllı teknolojiler kullanılmaya başladı. Bütün bu gelişmeler, örgütleri etkiledi ve yönetim yaklaşımlarına yansıdı. Yönetim yaklaşımları; klâsik, neoklasik (İnsan İlişkileri), modern ve modern sonrası (postmodern) yaklaşımlar diye sınıflandırılabilir. Klâsik Yönetim Yaklaşımları, yönetimsizlikten yönetime geçişin yaşandığı ilk dönemde ortaya çıkan “erken (öncü) yaklaşımlar” ile bunları takip eden Bilimsel Yönetim İlkeleri yaklaşımı, Yönetim Süreci ve Bürokratik yönetim gibi ilk yönetim yaklaşımlarını içerir.  Erken (Öncü) Klâsik Yaklaşımlar’ın ortaya çıktığı ilk dönemde; işbölümüne vurgu yapan Adam Smith (ö. 1790) uzmanlaşmanın gerekliliğini ‘iğne üretimi’ örneği ile savunmuştur. Bir zanaatkârın bir iğnenin bütününü üretmesiyle üretimin her parçasından (kesmek, sivriltmek, delik açmak gibi) sorumlu uzmanlaşmış ustaların iğne üretmeleri arasında anlamlı bir verimlilik farkı olacağını ortaya koydu. Robert Owen (ö. 1858) ise çalışma koşullarının iyileştirilmesiyle verimliliğin artacağını savunurken Charles Babbage (ö. 1871) matematiğin yönetim problemlerinin çözümünde kullanılmasını önermiştir. Bilimsel Yönetimin İlkeleri Yaklaşımı’nın odağında çalışanların nasıl daha az zaman ve enerji harcayarak daha yüksek üretim gerçekleştireceği sorusu vardır. Temel kaygı, iş gücünün etkinliğinin artırılmasıdır. Mühendis ve yönetici olan F. Winslow Taylor (ö. 1915) Bilimsel Yönetimin İlkeleri kitabı ile yönetim düşüncesini derinden etkilemiştir. Ortaya koyduğu yönetim ilkelerinden bazıları bugün dahi uygulanmaktadır. Taylor’a göre Bilimsel Yönetim, ‘işin daha etkin yapılacak biçimde yeniden tasarımı için, insanlarla görevler arasındaki ilişkinin sistematik olarak incelenmesidir’. Taylor’un odağında zaman ve hareket etütleri vardı. Taylor, ‘çalışanlar nasıl daha az enerji ve zaman harcayarak daha çok iş yaparlar?’ sorusuna cevap aramıştır. Bulduğu cevap; (a) iş yapma biçimlerinin iyileştirilmesi için araştırmalar yapılmasını, (b) en iyi iş yapma biçiminin belirlenerek kayıt altına alınmasını ve çalışanlara sıkı biçimde belletilmesini, (c) bu yolla yüksek performans gösterenlerin ödüllendirilmesini kapsıyordu. Yaklaşımın özünde sıkı eğitim, gözetim ve denetim vardı. Taylor’un eğittiği işçilerin diğerlerine oranla çok yüksek performans göstermesi bu yaklaşımın Amerika genelinde ve uluslararası düzeyde tanınmasını sağladı. Ancak, ödül sisteminde görülen aksaklıklar, performans ölçütlerindeki sorunlar ve işlerin aşırı biçimde monotonlaşması gibi nedenlerle yaklaşım eleştirilmeye başlandı.  Frank Gilberth (ö. 1924) ve eşi Lillian Gilberth (ö. 1972) de Taylor’unkilere benzer ilkeler geliştirdiler. Ayrıca çalışanların bitkinlik ve aşırı yorgunluk duymalarının önüne geçmek için renk, ısı, ışık gibi etmenlerin verimliliğe etkilerini araştırdılar. Henry Grantt (ö. 1919) da yönetime özellikle Grantt Diyagramı ile katkıda bulunmuştur. Yönetim Süreci Yaklaşımı’nın odağında örgütsel etkinlik için ‘yöneticilerin hangi işlevleri hangi ilkelere uyarak yürütmesi gerektiği’ sorusu vardır. Yaklaşım, Henri Fayol’un (ö. 1925) büyük bir kömür madeninin yöneticisiyken edindiği deneyimlere dayanır. Fayol bir işletmede “teknik, ticaret, finansman, muhasebe, güvenlik ve yönetim” olmak üzere “altı temel işlev”in olmasını önerir. Bunlardan yönetim işlevinin üzerinde durur ve yöneticilerin “Planlama, Örgütleme, Yöneltme, Eşgüdümleme (Koordinasyon) ve Denetleme” diye sıraladığı beş fonksiyonu yerine getirmesi gerektiğini söyler. Fayol, ayrıca yönetimin etkin işlemesi için uyulması gereken 14 ilke belirlemiştir. Bunlardan işbölümü, emir birliği, yön birliği, ödüllendirme, düzen, ortak çıkarların önceliği gibi ilkeler ile “yönetim işlevleri” geçerliliklerini hâlâ korumaktadır. Bürokratik Yönetim; sosyolog, ekonomist, hukukçu, tarihçi ve felsefeci Max Weber (ö. 1920)’in geliştirdiği bir yaklaşımdır. Weber’in eserleri hâlâ başvuru kitabı niteliğindedir. O nedenle, Weber’i uygulamacı olan Fayol ve Taylor ile aynı düzlemde düşünmek haksızlık olur. Weber’in yönetime başlıca katkısı geliştirdiği ‘bürokratik örgüt’ kavramıdır. Bürokrasi kimilerince gereksiz işler anlamında kullanılsa da Weber’in bürokrasiden kastı örgütün ussal (rasyonel), etkin ve adil işleyişini sağlayacak kurallar ve ilkelerdir. Çünkü devasa örgütler ancak insan eylemlerinin amaçsal-rasyonel olmasıyla ve biçimsellikle (formality) belirsizliklerin üstesinden gelebilirler.  Weber öncelikle ‘yönetme ve emretme gücü’ anlamına gelen yetkenin (otorite) üç türünden bahsetmiştir: Geleneksel, karizmatik ve yasal. Ona göre, bürokratik yönetimin etkili işleyişi için yetke yasal olmalıdır. Bürokraside merkezileşmiş bir yönetim hiyerarşisi, iyi tanımlanmış bir işbölümü, ayrıntılı yazılı kurallar, kişilerden bağımsız bir işleyiş, sahiplikle yöneticiliğin ayrıştırılması, çalışanların teknik bilgilerinin olması gereğini vurgulamıştır.  İnsan İlişkileri Yaklaşımı (Neo-Klasik Yaklaşım), aşırı uzmanlaşmanın getirdiği monotonlaşma, yabancılaşma gibi nedenlerle çalışanların işe ilgisinin kaybolmasından kaynaklanan verim kaybı sorununa odaklanır. Yaklaşım psikoloji, sosyoloji ve sosyal psikolojiden beslenmiştir.  1900’ların başlarında Marry Parker Follett (ö. 1933) çalışanların değerli olduğunu, örgütlerin “bireyler” üzerinden değil, gruplar üzerinden yapılandırılması gerektiğini söylüyordu. Böylece, moral ve dayanışma duyguları gelişecek ve performansları artacaktı. Endüstriyel psikolojinin kurucusu Hugo Munsterberg (ö. 1916) ise psikolojinin yönetim, işe alma, güdüleme ve pazarlamada kullanılmasını öneriyordu. Follet ve Munsterberg’in çalışmaları, neoklasik yaklaşımın öncü çalışmaları olarak kabul edilir. Hawthorne araştırmaları, insan ilişkileri (neoklasik) yaklaşım içinde çok önemli bir yere sahiptir. Elton Mayo (ö. 1949) ve ekibinin yürüttüğü deneysel çalışmalar başlangıçta işyerindeki ısı, ışık gibi fiziksel şartlardaki değişikliklerin işçilerin performansına etkisini belirlemeyi amaçlıyordu. Sonuçta performansın fizikselden çok psikolojik koşullardan etkilendiğini tespit ettiler. Ardından çalışma ve dinlenme süreleri, yorgunluk ve monotonluk konularını araştıran deneyler yapıldı. Görüldü ki grup hâlinde çalışma ve yöneticilerin ilgisi gibi psikolojik koşullar, verimliliği daha çok artırıyordu. Dahası, işçiler yöneticilerden habersiz olarak çalışma hızını, alt ve üst performans sınırlarını belirliyordu ve birlikte hareket etmeyen arkadaşlarını dışlıyordu. Yani, biçimsel (formel) yapı içerisinde biçimsel olmayan (informel) yapılar oluşuyordu. Bu da yöneticilerin işçiler ile işbirliğine gitmesinin zorunluluğunu gösteriyordu.  Neoklasik yaklaşımın ortaya çıkmasında başka çalışmalar da katkı sağlamıştır. D. McGregor (ö. 1964) geliştirdiği ‘Teori X ve Teori Y’ yaklaşımında yöneticilerin insanlara ilişkin varsayımlarını iki grupta topladı. Teori X’e göre insan tembeldir, arzu ve kararlılıktan yoksundur, kısa dönemli ve ben merkezli düşünür. O hâlde yönetim çalışanları denetlemeli, onlara emretmeli, başarılıları ödüllendirmeli, başarısızları cezalandırmalıdır. Teori Y ise insanın fırsat verildiğinde çalışkan, sorumluluk sahibi ve birlikte hareket edebilen bir yapıda olduğunu varsayar. Benzeri biçimde L. Likert’in “Sistem1 – Sistem 4 Modeli” ile C Argyris’in “Olgun ve Olgun Olmayan Kişi Modeli” insanların fırsat verdiğinde olgunlaşacakları, çalışacakları, sorumluluk alacakları ve bireysel beklentileri ile örgüt beklentileri arasında denge kuracaklarını esas almıştır.  İnsan ilişkileri yaklaşımı, işyerinde psikolojik ve davranışsal etmenlere odaklanarak yönetimi yeni bir boyuta taşımıştır. Ancak, yaklaşımın bazı açmazları zamanla ortaya çıkmıştır.  Yönetim Bilimi Yaklaşımı; matematik, istatistik ve sonrasında bilişim sistemleri üzerinden geliştirildi. Bu bilimlerin yardımıyla yönetimin tahmin ve karar kalitesi artırılmak hedeflendi. Yöneylem Araştırması, daha efektif bir yönetim için matematikten yararlanmayı amaçlıyordu. Kalite Yönetimi, kalite kontrol, kalite çemberleri gibi tekniklerde matematiğin ve istatistiğin kullanılmasıyla performansı artırmayı hedefliyordu. Bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan “Yönetim Bilişim Sistemleri” ise yöneticilerin kararlarını destekleyici ve onlara enformasyon sağlayıcı sistemlerin kurulmasını konu edinmektedir. Modern (çağdaş) yaklaşımlar, örgüt ile dış çevre arasındaki etkileşime odaklanan yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlar, artan rekabet ve yükselen belirsizlik koşullarında yönetimin çevresel baskılara nasıl karşılık vereceğini sorgularlar.  “Sistem Yaklaşımı”, örgütü alt sistemlerden oluşan ve çevresel etmenlerle kuşatılmış yapılar, açık sistemler olarak görür. Dolayısıyla başarı için hem örgütün alt sistemleri arasında hem de örgüt ile örgütü kuşatan dış çevre arasında uyum olması gerektiğini savunur. Örgütlerde teknik, psikolojik, yapısal ve yönetimsel alt sistemler bulunur. Dış çevrede ise devlet, toplum, ekonomi, rakipler, tedarikçiler, alıcılar, finansörler gibi aktörler yer alır.  Çevre değişken ve karmaşık olduğu için belirsizlikler üretir. Yönetimin işlevi, çevresel baskılara karşılık vermek ve uyum sağlamaktır. Uyum sağlayamayan sistemler entropiye (bozulmaya) uğrarlar, çürür ve yok olurlar. Uyum arttıkça sinerji oluşur.  Sistem yaklaşımı genel-geçer bir başarı modeli önermekteydi. Bu yaklaşım, örgütün çevresine yaptığı vurgu ve geliştirdiği bütüncül bakış açısı ile önceki yönetim yaklaşımlarından farklılaşmıştır.  Durumsallık yaklaşımına göre başarı, yönetimin “durumlara” verdikleri tepkiye bağlıdır. Çünkü her örgüt bağlamının bir fonksiyonudur ve kendine özgü durumların etkisindedir. Bu yaklaşımı biçimlendiren ve işletme büyüklüğü, teknoloji gibi etmenlerin örgüt yapısını biçimlendirici etkisini sorgulayan çok sayıda görgül çalışma yürütülmüştür. En bilinenlerinden birisi Burns ve Stalker’ın önerdiği “mekanik ve organik örgütler” ayrımıdır.  Durumsallık yaklaşımı, yönetsel başarı için (her yerde geçerli varsayılan) genel ilkeler yerine bağlama özgü koşullara ve durumlara odaklanılmasını önererek yönetim düşüncesini yeni bir aşamaya taşımıştır.  “Post-Modern Yönetim”, 1980’lerden itibaren siyasi, teknolojik ve toplumsal gelişmelerden beslenen ve küreselleşmeci söylemle koşut olarak gelişen bir yönetim düşüncesidir. Tam olarak ne anlama geldiği belirsiz olan post-modern yönetimin önerileri arasında yönetimde çoğulculuk ve yerindenlik, hiyerarşi yerine yataylık, cinsiyet ve ırk ayrımlarına itiraz gibi konular yer alır. Dinamik bir olgu olan yönetime dair daha iyiyi arayış süregelmektedir. Teknolojik, siyasi, ekonomik, toplumsal ve bilimsel gelişmeler yönetim yaklaşımlarını etkilemektedir. Örneğin Çin’in yükselişi, ekonomik krizler, COVID benzeri salgınlar yönetim yaklaşımlarını da biçimlendirmektedir. Son zamanlarda ‘eleştirel yönetim çalışmaları, yönetim karşıtlığı’ dâhil çok sayıda yaklaşımdan söz edilse de bunların hangilerinin etkili olacağı öngörülememektedir.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yonetim_yaklasimlari
YÖNETİM MUHASEBESİ
Ahmet Türel
Yöneticilerin planlama, kontrol ve karar verme faaliyetlerini gerçekleştirmelerine yardımcı olan muhasebe dalıdır. Planlama, hedefler belirlemeyi ve bu hedeflere nasıl ulaşılacağının cevaplarını içermektedir. Planlara genellikle bir bütçe eşlik etmektedir. Bütçe, planların finansal terimlerle ifade edilmiş şeklidir. Kontrol etme, planın düzgün bir şekilde yürütülmesini veya koşullar değiştikçe değiştirilmesini sağlamak için geri bildirim toplanmasını içermektedir. Karar verme ise farklı alternatiflerden bir eylem planı seçilmesidir.  Yönetim muhasebesi her düzeydeki yöneticiyi stratejik, taktik, operasyonel konularda doğru kararlar vermelerini sağlayacak özellikli bilgilerle desteklemektedir. Yönetim muhasebesi işletmede çalışan bireylerin, yöneticilerin, çalışma gruplarının ve tedarikçilerin performansı ile ilgilenmektedir. Yönetim muhasebesi geçmişte gerçekleşen finansal olayları özetleyen finansal muhasebenin aksine geleceğe yönelik tahminler ve senaryolar üreterek kararlarda yöneticilere fayda sağlayacak bilgiler hazırlama amacındadır. Bu bilgiler işletmenin tamamının veya bir bölümünün performansının değerlenmesinde veya işletme çalışanlarının ödüllendirilmesinde kullanılmaktadır.  Yönetim muhasebesi işletme içi kararlarla ilgili olarak yöneticilere bilgi sağlamaktadır. Yöneticilerin karşılaştığı problem ve zorluklar karşısında kurallara daha az odaklanmakta, kararlar için geçerli bilgi geliştirmek ile uğraşmaktadır. Yönetim muhasebesi sınırları ve sonuçları kesin olarak tanımlanmış durağan bir uygulama değil bir düşünce biçimidir. İşletme sorunlarının çözümü hakkında farklı potansiyel olasılıkları keşfetmek için kullanılan analitik araçlar olarak da tanımlanabilir. Yönetim muhasebesi eylem gerçekleştirilmeden önceki karar verme sürecini destekleyen bilgiler üretmektedir. Bu amaçla temel performans göstergelerini ve süreçleri ölçmektedir. Yönetim muhasebesinde finansal ve finansal olmayan metrikler bütünleşik bir şekilde kullanılabilmektedir.  Yönetim muhasebesinde süreç, fırsatların ve zorlukların belirlenmesi ve konu ile ilgili olarak bilgi toplanması ile başlamaktadır. Daha sonra geleceğe ilişkin beklentiler oluşturulmakta, süreç analiz ve karar verme ile devam etmektedir. Bir sonraki aşamada işletmeyi hedeflenen amaçlara ulaştırması beklenen kararlar uygulanmaktadır. Son aşama ise kontrol ve düzeltmedir. Kontrol, fiili sonuçlar ile orijinal planların karşılaştırılmasıdır. Ölçülen sonuçlar beklentiler ile tutarlıysa verilen kararların isabetli olduğu söylenebilir. Elde edilen sonuçlar beklentiler ile tutarlı değilse veya iş yapılan ortamda beklenmedik değişiklikler meydana gelmişse yöneticilerin bazı düzeltmeler yapması gerekmektedir. Kontrol ve düzeltme adımlarının amacı iyi çıktı ile sonuçlanan eylemlerin tekrar edilmesini, kötü çıktı ile sonuçlanan eylemlerin tekrarlanmamasını sağlamaktır. Yeni zorluklarla baş etmek veya fırsatları yakalamak için bazı durumlarda belirlenen hedef ve amaçların değiştirilmesi de gerekli olabilmektedir. Yönetim muhasebesi ölçmeye dayanmaktadır. Ölçme genellikle işletmede ne olduğunu ve performansı artırmak için ne yapılması gerektiğini anlamak için gerçekleştirilmektedir. Ölçme işlemi finansal performansın değerlenmesi ötesinde işletmede çalışanların bireysel ve grup davranışlarını etkilemek, çalışanları motive etmek, bazı konulara dikkat çekmek, bir eylem önerisinde bulunmak veya bir sorunu çözmek amacıyla bireyleri cesaretlendirmek amaçlarıyla da yapılabilmektedir. İşletmenin hangi unsurları ölçeceğinin belirlenmesinde kritik başarı faktörleri önemli bir rol oynamaktadır. Kritik başarı faktörleri işletmenin stratejik plan ve amaçlarını ne derece başardığını ölçmek için kullanılan göstergelerdir.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yonetim_muhasebesi
YÖNETİM BİLİŞİM SİSTEMLERİ
Tunçhan Cura
Örgüt içi ve çevreden aldığı verileri/bilgileri işleyerek karar vericilere, yöneticilere sunan ‘bilgi sistemi’, ‘bilişim sistemi’ diye de adlandırılan sistemdir. Yönetim Bilişim Sistemleri (YBS) insanlar, teknoloji, organizasyonlar ve bunlar arasındaki iletişim ve ilişkilerin oluşturduğu sistemlerle ilgili, teknolojik gelişmelere bağlı olarak hızla gelişen disiplinler arası bir bilim ve uygulama alanıdır.  Yönetim Bilişim Sistemleri (Management Information Systems=MIS), örgüt yapısına bağlı olarak karar vermeyi destekleyen dört seviyeli bilgi kaynağı olan piramit şeklinde bir yapı olarak tanımlanabilir. En üst seviye, üst yönetim düzeyinde stratejik planlama ve politika oluşturmayı destekler. İkinci seviye, yönetim kontrolü için taktik planlamaya ve karar vermeye yardımcı olur. Üçüncü seviye, günlük işlemleri ve kontrolü destekler. En alt seviye ise tüm hareketlerin işlenmesini kapsar. Görüldüğü gibi YBS aslında işletme içerisinde tüm birimlere destek veren bir yapıya sahiptir.  YBS, işletmenin temel fonksiyonlarından biri olmamakla birlikte, işletmelerde genellikle ayrı bir bölüm olarak yer alır. YBS yöneticisi, genellikle “bilgi teknolojisi yöneticisi” olarak da adlandırılan, çoğunlukla bilgisayar bilimleri alanlarından mezun bir işgörendir. Yönetici, işletmenin bilişim teknolojileri ihtiyaçlarını sürekli olarak analiz eder ve güvenlik çözümlerinin yanı sıra bazı yükseltmeler önerir ve genellikle doğrudan üst yöneticiye (icra kurulu başkanına) bağlıdır. Bilişim Sistemleri uzmanları ise firmaların personel, ekipman ve iş süreçlerine yaptıkları yatırımlardan maksimum faydayı elde etmelerine yardımcı olur. Bu nedenle de bir YBS uzmanının yalnızca bir bilgisayar bilimleri uzmanı gibi düşünülmesi doğru değildir. Örneğin bir bilgisayar mühendisi, bir yazılımı değerlendirirken birim zamanda yaptığı işlem miktarı, bellek ve depolama alanlarını kullanma oranı gibi teknik detayları ele alabilir. Oysa bir Bilişim Sistemleri uzmanı bu yazılımı kullanacak insanları göz önünde bulundurur, firmanın mevcut kaynaklarına uygunluğunu ve hatta örgüt kültürünü dahi dikkate alması gerekir. Bu bakımdan bir Bilişim Sistemleri uzmanının başta bilgisayar bilimleri olmak üzere yönetim bilimi, finans, psikoloji, sosyoloji ve yöneylem araştırması gibi alanların her birinden yeterli düzeyde birikim sahibi olması beklenir.  Yaygın bir yanlış anlama nedeniyle Bilişim Sistemleri’nin yalnızca kodlama ile ilgili olduğu sanılmaktadır. Her ne kadar kodlama kavramları, YBS’nin geliştirilmesi, uygulanması ve kullanılmasının temel ilkelerinden bazılarını temsil etse de bu alandaki birçok iş kodlamaya hiç gerek duymaz. Uzmanların önemli bir kısmı veri analizi, takım çalışması, liderlik, proje yönetimi, müşteri hizmetleri ve temel işletme teorileri üzerine odaklanmaktadır. YBS, süreç içinde hızlı bir gelişme göstermiştir. YBS başlangıçta, işletmede gerçekleşen işlerin takip edilebilmesini sağlayan çeşitli hesaplama, kaydetme ve muhasebe tekniklerinin elektronik olarak gerçekleştirilmesini temsil etmekteydi. İlk Bilişim Sistemleri 1880’lerde sıralanabilen ve sayılabilen çizelge kartları şeklinde ortaya çıkmıştır. Hollerith kartları veya IBM kartları olarak da bilinen delikli kartlar, bilgisayar verilerini ve talimatlarını temsil etmek için deliklerin elle veya makineyle oluşturulabildiği kâğıt kartlardı. Bunlar ilk bilgisayarlara veri girmenin de bir yoluydu. Kartlar, delik dizisini dijital bilgiye dönüştüren bir bilgisayara bağlı kart okuyucusuna beslenirdi.  Kart sistemleri 1970’lere kadar tamamen ortadan kalkmadı. Nihayetinde manyetik depolama ortamları ile değiştirildi. Bu tür depolama ortamlarını kullanan bilgisayarların gelişimi hızlandı ve bilgisayarların hesaplama fonksiyonları ilerledi. Önemli muhasebe fonksiyonları bilgisayarlı hâle geldikçe BS de gelişim kaydetmiştir. Nitekim, erken dönemlerde YBS’nin esasen Muhasebe Bilgi Sistemleri’nin temsil ettiği söylenebilir.  Bilgi işlem teknolojisinin gelişimine paralel olarak Yönetim Bilişim Sistemleri’nin beş gelişim evresi; ana bilgisayar ve mini bilgisayar, kişisel bilgisayarlar, istemci/sunucu ağları, kurumsal bilgi işlem ve Bulut bilişim evreleri (dönemleri) olarak sıralanabilir. Ana bilgisayar terimi, başlarda makinelerin topluca bulunduğu hizmet odaları için kullanılmaktaydı. Ancak 1970’lerdeki mini bilgisayarların tasarımı ile geleneksel eski demir makineler de ana bilgisayar olarak adlandırılmıştır. Ana bilgisayar, yüzlerce hatta binlerce kullanıcıya hizmet veren pahalı ve güçlü makineler anlamına gelmekteydi. Mini bilgisayarlar ise orta büyüklükteki, çok işlemcili, eşzamanlı olarak 200 kullanıcıya kadar hizmet verebilen sistemlerdi. Kişisel bilgisayarlar, 1970’lerin sonlarına doğru ortaya çıkmıştır. En popüler ve öncü kişisel bilgisayarlardan birisi 1977’de Apple Computer tarafından sunulan Apple II’dir. 1970’lerin sonlarıyla 1980’lerin başlarına kadar geçen sürede yeni modeller ve rekabetçi işletim sistemleri gözlenmiştir. Daha sonra 1981 yılında IBM, IBM PC olarak bilinen ilk kişisel bilgisayarıyla pazara giriş yapmıştır. IBM PC hızla kişisel bilgisayar tercihinde rakiplerinin önüne geçmiş ve çoğunu rekabet dışına itmiştir. IBM’in atağına karşı ayakta kalabilen birkaç firmadan birisi olan Apple Computer, hâlen pazarda önemli bir yere sahiptir. Diğer firmalar ise IBM’in baskınlığına karşı ona uyum göstermiş ve adeta IBM kopyaları üretmişlerdir. Yıllar geçtikçe IBM kişisel bilgisayar gelişimindeki öncülüğünü önemli ölçüde kaybetmiştir.  Bilişim teknolojileri gelişip maliyetlerinin düşmesi ve işletmelerin kuruluş bilgi paylaşma ihtiyacının artması, ortak bir ağdaki bilgisayarların bir sunucuda bilgi paylaştığı yeni bir bilişim çağına (istemci/sunucu) yol açtı. Bu binlerce ve hatta bazen milyonlarca kişinin aynı anda verilere erişmesini sağlayan yüksek hızlı ağların ortaya çıktığı bu dönem, YBS’nin işletme yönetiminin tüm yönlerini kapsayan bir kapasiteye ulaşmasına yol açmıştır.  Bulut bilişim, bilişim teknolojisinin ulaştığı en son noktadır ve donanımın yapılandırmasından, konumundan veya doğasından bağımsız olarak veri depolama olanağının yanı sıra kullanıcılara çeşitli uygulamalar da sunar. Bunun için ağ teknolojisini kullanır. Bu dönem, yöneticilerin YBS’ne dizüstü bilgisayar, tablet bilgisayarlar ve akıllı telefonlarla uzaktan erişebileceği yeni hareketli erişim olanaklarına yol açmıştır. YBS açısından en çarpıcı ilerleme internet’teki gelişimle ortaya çıkmıştır. İnternet’teki gelişim 1990’ların sonlarına doğru belirginleşmiştir. Bu tarihten itibaren de yeni bir dizi bilgi teknolojisinin icat edildiği, internetin bilgi teknolojileri için adeta bir milat olduğu kabul edilebilir. İnternet her ne kadar artık Türkçeleşmiş bir terim olsa da, orijinal adı “ağlar arası çalışma” anlamına gelen internetworking teriminden gelen “uluslararası ağlar” olarak adlandırılabilir. İnternet sayesinde, ağa doğrudan bağlı bazı bilgisayarların sürekli aktif olmasından dolayı sıradan bir kullanıcı her girişinde istediği veriye erişebilmektedir. İnternet’in temeli ABD Savunma Bakanlığı’nın yaptırmış olduğu bir araştırmaya dayanmaktadır. Ardından ABD Ulusal Bilim Kurulu ülkenin değişik yerlerine yerleştirdiği çok pahalı 6 adet süper bilgisayarı araştırmacıların hizmetine sokmuştur ve sıradan kullanıcıların zamanla dahil olmasıyla günümüze kadar gelinmiştir. Web ise internet’in en yaygın kullanılan hizmetidir. İnternet, yukarıda değinildiği gibi birbirine bağlı ağlar üzerinden bilgi alışverişi gerçekleştirir. Böylece istemci/sunucu ilişkisi söz konusu olmaktadır. Ancak bilgiyi bulunduran bir sunucu ile onu almak isteyen istemci arasında biçim uyuşmazlıkları olabilir. Bu durumda evrensel standartlar sunan bir sisteme ihtiyaç duyulmuş ve Web ortaya çıkmıştır. Bu standartlar ilk olarak 1989 yıllarında belirlenmiştir. Böylece Web üzerinde paylaşılan bilgi, metin temelli olmuştur. Bunu takiben 1993 yılından sonra ilk kez grafik ara yüzlü Web tarayıcı geliştirilmiş ve adına ‘Mosaic’ denmiştir. Son olarak 2008 yılında Google, günümüzde en yaygın olarak kullanılmakta olan Google Chrome ismindeki tarayıcıyı geliştirmiştir. Özetle Internet ve Web aracılığıyla günümüz YBS’leri akla gelecek her türlü konuda çok sayıda bilgiye kısa sürede erişebilmekte ve karar vericilere belirsizliğin azaltılması hususunda önemli katkılar sağlamaktadır.  Hızla gelişen iletişim ve akıllı teknolojilerin, bilişim sistemlerinin yönetsel işler yanında örgütlerdeki diğer iş ve işlemleri destekleyecek şekilde gelişmesinin ötesinde, iş sreç ve yöntemlerini köklü biçimde değiştireceği, insansız işyerleri ve sanal işletme (örgüt)lerin ortaya yaygınlaşmasına yol açacağı söylenebilir.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yonetim_bilisim_sistemleri
YÖNETİŞİM
Ömer Faruk Gençkaya
Çeşitli aktörlerin ortak eylemlerini eşgüdümlemek ve yönetmektir. Toplumsal ve ekonomik sorunların üstesinden gelmek üzere sınırların ve sorumlulukların bulanıklaştığı bir alan olarak yönetişim devletin içinden ve dışından kurumların ve aktörlerin kapsayıcı bir siyasi otorite olmadan karşılıklı güç bağımlılığı ilişkilerini ifade eder. Bir başka deyişle, yönetişim, kendi kendini yöneten özerk aktör ağlarının (yönetişim ağları) devlete dayanmadan işlevlerini yerine getirme kapasitesini anlatır. Yönetişim, birçok toplum bilim alanında –siyaset bilimi, kamu yönetimi, uluslararası ilişkiler, iktisat, hukuk, işletme, iletişim- ve örgütsel ve yönetsel düzeylerde –yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası- uygulamaya konu olmaktadır. Yönetişimin farklı dinî inançlardaki kökleri de irdelenmektedir. Başta rejim (uluslararası ilişkiler), küresel ortak varlıklar, ussal tercih, yeni kurumsalcılık, yorumlayıcı yaklaşım, yeni-Marksist düzenleme okulu ve feminizm olmak üzere birçok bilimsel yaklaşım yönetişim kavramına yönelik açıklamalarda bulunmuştur. Bu bağlamda, küresel yönetişim, ulus ötesi yönetişim, ekonomi yönetişimi, işletme yönetişimi, kültür yönetişimi, çevre yönetişimi, bölgesel yönetişimler, bilgi yönetişimi, İnternet yönetişimi, metropolitan yönetişim, kentsel yönetişim, yerel yönetişim, çok düzlemli yönetişim kavramları kullanılmaktadır. Ağlar tarafından sunulan bir nesne olarak bilgi ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler sonucunda yatay şirket yapılarının hiyerarşik olanlara göre işlem maliyetini azaltacağı iddiasını destekleyen yönetişim kavramı, ilk kez 1937’de Ronald Coase (ö. 2013) tarafından kullanılmıştır. Kamu yönetimi alanında yönetişim kavramı özellikle 1980’lerden sonra başlayan neo-liberal kamu sektörü reformlarıyla devletin toplumsal yaşamdaki konumu ve rolündeki değişiklikleri tanımlamak amacıyla kullanılmaktadır. Kamu sektörü reformu bir yandan devletin hiyerarşik bir bürokratik yapıdan piyasaların ve kurumsal yönetim tekniklerinin kullanılmasına geçişi, öte yandan yeniden canlandırılan kamu yönetimi etiği tarafından ifade edilen birleştirilmiş ağlar dizisi ve yönetimi girişimlerini içeriyordu. Piyasalarla karşılaştırıldığında devletin doğası gereği verimsiz olduğunu iddia eden neo-liberaller, rasyonel tercih kuramının kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden bireyler yaklaşımının kamu yararını gözeten politika yapıcılarının konumlarını zayıflattığını ileri sürdüler. Yönetişim, bir uygulayıcıya gerek duymadan varolan ve işleyen yönetim kuralları ve biçimleri olarak tanımlandı. Bu bağlamda, radikaller, sosyalistler ve anarşistlerin, sivil toplumun kapitalist devlete gereksinim duymayan bir alan yaklaşımları –neo-liberalizmin yeni güç ve zorlama sistemleri saklı kalmak kaydıyla- demokratik bir seçenek olarak görüldü. Dolayısıyla, yönetişim terimi, devlet dışındaki toplumsal ve siyasal düzenleri ifade etmeye başladı. Dünyanın birçok bölgesinde otoriter ve totaliter rejimlerden demokrasiye geçişler, Birleşmiş Milletler sistemi, İnsan Hakları İzleme Örgütü ve ulusal düzeydeki hükûmet dışı kuruluşların siyasal yaşamda artan önemleri ile birlikte eski Yugoslavya, Somali ve Rwanda gibi ülkelerde yaşanan insanlık dramlarına uluslararası müdahaleler yönetişim sürecinin yaygınlaşmasına neden oldu. Küresel ekonomik bütünleşme, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, yenilikçilik ve sürdürülebilirlik gibi birçok unsurun bileşik etkisi özel sektörden merkezi ve yerel yönetimlere kadar tüm düzeylerde yönetim paradigmasını değiştirmiştir. Dünya Bankası (Governance and Development, 1992), Uluslararası Ekonomik İşbirliği Örgütü (Recommendation of the Council on Improving the Quality of Government Regulation, 1995), Küresel Yönetişim Komisyonu (Our Global Neighborhood, 1995) ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (Governance and Sustainable Human Development, 1997) yönetişimi tanımlarken, siyasal otorite ve yönetim düzeylerinin yapıları ve işlevlerini yanında özellikle, toplumsal ve ekonomik ortak kaynakların bireysel ya da kurumsal, özel ya da kamusal çıkarlar ve hakların gözetilerek kalkınmaya yönelik kullanılmasının ilke, süreç ve kurumlar vurgulamıştır.  İktidar (güç) ve otoritenin tek elde toplanmadığı, devletin etkin olmadığında bile düzeni sağlama konusunda artan farkındalığa işaret eden yönetişim kavramının farklı disiplinlerde farklı türleri ve kullanım alanları bulunmaktadır. Örneğin “uluslararası yönetişim” terimi genellikle, kendi topraklarında egemenlik haklarını kullanamayan bir devlete benzer bir biçimde küresel düzeyde Birleşmiş Milletler’in (BM) oldukça zayıf kaldığı bir yönetim biçimini ifade eder. Öte yandan, “kurumsal yönetişim” terimi, işletmelerdeki kural kalıplarını, yani şirketlerin yönetildiği ve kontrol edildiği sistemleri, kurumları ve normları tanımlar. Kamusal işlerin sorumlu bir biçimde yürütülmesi ve kamu kaynaklarının yönetimi olarak tanımlanan “iyi yönetişim”, Avrupa Konseyi’nin 12 “İyi Yönetişim İlkesi”nde özetlenmiştir: seçimlerin, temsilin ve katılımın adil yönetimi, yanıtlayabilme gücü, verimlilik ve etkililik, açıklık ve şeffaflık, hukuk devleti, etik yönetim ve yeterlilik ve yetenek. İyi yönetişimin uygulanabilmesi amacıyla siyasal çoğulculuk, katılım, bilgiye erişim, oydaşma, hesap verebilirlik ve stratejik vizyon gereklidir. Yönetişim alanındaki birçok çalışmada “demokratik yönetişim” ve “iyi yönetişim” eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Şeffaflığın ve demokratik hesap verebilirliğin yolsuzluğu azaltarak devletin dolayısıyla yönetişimin kalitesini artırdığı ileri sürülmektedir. Geleneksel devlet ve yönetim yapısında asil ve temsilci ilişkisinde, vekilin yolsuzluk yapması ya da sorumluluğu durumunda belli yasal yollarla hesap verebilirlik süreçleri işletilebilmektedir. Yönetişim sisteminde birçok bilinmeyen asiller –şirketlerin hissedarları ile hükûmet dışı kuruluşların paydaşları- bulunmakta ve bu durum demokratik hesap verebilirlik yönünden önemli bir sorun alanı olarak görülmektedir. Neo-klasik liberal kuramın piyasaların verimli bir biçimde çalışması amacıyla devlet müdahalelerin en aza indirilmesi gerektiğini yolundaki savına karşılık, bazı demokrasi kuramları kaynakların tahsisinde ve ekonomik önceliklerin belirlenmesinde siyasal süreçlerin birincil rol oynaması gerektiğini savunur. Ekonomik yönetişim, düzenleyici kuralların çalışanları, yatırımcıları, çevre kalitesini ve benzer toplumsal değerlerin korunmasında etkili bir yönetişim gerektirir. Bu bağlamda, e-demokrasi (elektronik demokrasi), temsili demokrasiyi geliştirmek ve bazı durumlarda onun yerini almak üzere bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanımını tanımlar. Küresel yönetişim “devletler, piyasalar, vatandaşlar ve kuruluşlar arasındaki ve arasındaki resmî ve gayriresmî kurumların, mekanizmaların, ilişkilerin ve süreçlerin, hem hükûmetler arası hem de hükûmetler dışı, küresel ölçekte ortak çıkarların oluşturduğu karmaşık bir yapı” olarak tanımlanabilir. 2030 Gündemi, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi 16’da (barış, adalet ve güçlü kurumlar) yer alan güçlü kurumları savunmak üzere bu stratejileri kullanmaktadır. Küresel yönetişimin normatif niteliği- dünyanın nasıl yönetildiği ve nasıl yönetilebileceği- 1983’te Stephen Krasner tarafından, uluslararası rejimlerin, aktör beklentilerinin etrafında birleştiği uluslararası ilişkiler alanlarında en iyi ilkeler, normlar, kurallar ve karar alma süreçleri olarak tanımlanmıştır. Örneğin çevresel yönetişim, devlet tarafından (düzenleyici olarak), piyasa aracılığıyla (bir fiyat mekanizması olarak) ya da sivil toplum tarafından sağlanabilir ve ahlaki yaptırımlarla desteklenen normlar ve beklentiler üretilebilir. Uluslararası dayanışmanın bir sonucu olarak, uluslararası işbirliği, ortak çıkarları ve paylaşılan değerleri teşvik etmenin ve artan karşılıklı bağımlılığın yarattığı kırılganlıkları azaltmanın bir yoludur. Yönetişimin iddia edilen bir avantajı, farklı hükûmet ölçeklerini ve bunlarla ilişkili bölgesel sınırları aşabilmesidir, ancak bu durum, değişken geometrilere sahip çok düzlemli sistemlerde egemenliğin nihai konumu konusunda gerilimi artırmaktadır. Avrupa Birliği bunun birçok örneğini göstermektedir. Son dönemde yönetişimin ölçülmesine yönelik çalışmalar yapılmış, farklı yönetişim göstergeleri geliştirilmiştir. 21. yüzyılın başından bu yana devletin kalitesinin ölçülmesi çalışmaları Dünya Bankası (Ülke Politikası ve Kurumsal Değerlendirme, CPIA ve Dünya Çapında Yönetişim Göstergeleri, WGI), Uluslararası Şeffaflık Örgütü (Yolsuzluk Algı Endeksi, CPI), Global Integrity (kurumsal yapının performansı endeksi), V-Dem (Demokrasinin Çeşitliliği Endeksi), Berthelsman (Sürdürülebilir Yönetişim Endeksi, SGI ve Dönüşüm Endeksi, BTI) ve World Justice Project (Hukuk Devleti Endeksi) gibi kurumsal projelere ve akademik çalışmalara konu olmaktadır.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yonetisim
YÖNEYLEM ARAŞTIRMASI
Mehpare Timor
İşletmelerde ve diğer örgütlerde, zamanında ve etkin kararlar almasına yardımcı olmayı hedefleyen, kıt kaynakların en etkin biçimde kullanılması için kararlara yardımcı olmak üzere matematik-istatistik tekniklerden yararlanan bilimsel bir problem çözme aracıdır. Yöneticilerin karar verme fonksiyonuna yardımcı olmayı amaçlayan Yöneylem Araştırması, karar ortamının matematik-istatistik modelini kurmayı ve bu model üzerinden işlemler yapmayı kapsar.  “Yöneylem Araştırması” kavram olarak 2. Dünya Savaşı sırasında askeri alandaki uygulamalar ile ortaya çıkmıştır. “Yöneylem Araştırması” terimi ilk olarak 2. Dünya Savaşı yıllarında kullanılmış olsa da, F. W. Taylor’un (ö. 1915) 1911 yılında yayınlanan Bilimsel Yönetimin İlkeleri (Principles of Scientific Management) kitabında ve endüstri mühendisliğinde yaygın olarak kullanılan “Zaman ve Hareket çalışması” ile temelleri atılmıştır. 2. Dünya Savaşı yıllarında İngiliz ve Amerikan ordusu yönetimlerince stratejik ve taktik problemlere bilimsel yaklaşımlarla çözüm bulunması için bilim adamlarına başvurulmuş ve askerî operasyonlar için araştırma yapılması istenmiştir. “Yöneylem Araştırması” kavramı ilk olarak bu amaçla bir araya gelen bilimsel ekipler tarafından kullanılmıştır. Askeri alanda başarı ile uygulanan teknikler, savaşın bitmesi ile büyüyen endüstri ve iş hayatında uygulanmaya ve zaman içinde daha da geniş uygulama alanları bulmaya başlamıştır. 1947’de George Dantzig (ö. 2005) doğrusal programlama problemlerinin çözümü için simpleks yöntemi geliştirmiştir. İzleyen yıllarda Dinamik Programlama, Kuyruk Teorisi ve Envanter Teorisi geliştirilmiştir. Savaş sonrası dönemde bilgisayarlar teknolojilerinde ortaya çıkan büyük gelişmeler sonucunda büyük ölçekli ve karmaşık problemler, Yöneylem Araştırması tekniklerinin bilgisayar uygulamaları ile çok daha kısa sürede çözüme kavuşturulmuştur. Disiplinler arası bir yaklaşım içeren Yöneylem Araştırması, günümüzde kâr amaçlı ve kâr amacı gütmeyen birimlerce; işletmeler, devlet kurumları, hastaneler, finans, pazarlama, tarım ve ulaştırma olmak üzere çok geniş bir yelpazede uygulama alanına sahip olup, bu alanlardaki sorunların tanımlanmasında ve çözümlenmesinde kullanılmaktadır. “Karar verme işlemi” yöneticilerin hayati sorumluluklarından biridir. Günümüz yöneticileri dinamik pazarlarda, yüksek rekabet içeren karar ortamlarında görev yapmaktadır. Yöneylem Araştırması, her türdeki kuruluş için, özellikle karar alma sürecinde hayati bir rol oynamaktadır. Yöneylem araştırması, yöneticilerin etkin kararlar almasına yardımcı olmak, yönetim sorunlarını çözmek, zamanında ve en uygun kararların alınabilmesi için matematiksel teknikleri kullanan bir bilgi bütünüdür. Günümüz iş hayatındaki yoğun rekabet ortamında, kararların “Yöneylem Araştırması” ile desteklenerek en uygun (optimal) kararların alınması, işletmenin rakipleri karşısındaki rekabet gücünü arttıracak olan önemli bir güçtür.  Yöneylem Araştırması ile ele alınan probleme ait model oluşturularak, mevcut koşullar altında problem için en uygun (optimal) çözüm belirlenmektedir. Gerçek bir dünya probleminin çözümü için Yöneylem Araştırmasındaki ilk adım, problemin belirlenmesidir. Bir sonraki aşama probleme ilişkin karar unsurlarının belirlenmesi, ardından amaç ve kısıtların saptanmasıdır. Bu aşamadan sonra sistem gözlenerek veriler toplanır. Verilerin toplanmasından sonra, toplanan veriler bilimsel bakış açısı ile formüle edilerek problemin modeli oluşturulur. Bir sonraki aşamada probleme için en uygun (optimal) çözüm(ler) belirlenerek, parametrelerdeki değişimin sonuca etkileri Duyarlılık Analizi (Sensitivity Analysis) ile incelenir. Yöneylem Araştırmasındaki son adımlar, modelin test edilmesi, yorumlanması ve uygulama sonucu elde edilen bulgular hakkında yorumlar yapılmasıdır.  Yöneylem Araştırmasında her ne kadar en uygun (Optimal) kararın belirlenmesi ilke olsa da, problemin yapısına bağlı olarak stokastik (olasılığa dayanan) problemlerle de karşılaşılabilmektedir (Simülasyon gibi bazı Yöneylem Araştırması tekniklerinde tek bir en uygun/optimal çözüm elde edilememektedir, bunun yerine belirli koşullar altındaki sistem performansı belirlenerek, koşulların değişmesi hâlinde söz konusu değişimin sistem sonuçlarına ne şekilde yansıyacağı model üzerinde incelenmektedir).  Olasılık içeren türdeki problemler dikkate alındığında Yöneylem Araştırmasının İstatistik tekniklerle birlikte ele alınması gerektiği aşikardır. Bu açıdan bakıldığında “Yöneylem Araştırması” tekniklerini Deterministik ve Stokastik olmak üzere iki farklı grupta ele almak mümkündür.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yoneylem_arastirmasi
YUMUŞAK GÜÇ
E. Fuat Keyman
Yumuşak güç ülkelerin diplomasi, stratejik iletişim, kültürel ilişkiler ve politikalar, ekonomik ilişkiler ve insani yardım gibi yollarla diğer uluslararası aktörlerin politikalarını etkileyebilme kapasitesini ifade eder. Terim ilk olarak 1980’lerin sonunda ortaya atılmış ve 1990’larda kullanımı yaygınlaşmıştır. Devletler, sivil toplum kuruluşları, çok uluslu şirketler, vb. aktörler yumuşak güce sahip olabilir. Örneğin A.B.D.’nin yumuşak gücü Hollywood, Broadway, Facebook, Yale gibi hükûmet dışı aktörler tarafından da pekişmektedir. Kavram gücün baskı, şiddet ve hükmetme şeklinde dar bir tanımlamasının uluslararası ilişkilerde aktörlerin ikna ve çekim güçleri ile yarattıkları etkiyi görmeyi engellediğini savunur. Güç sadece nüfus, coğrafya, doğal kaynaklar, askeri güç ve ekonomik güç, yani sert güç, şeklinde olmayabilir; devletler kültürleri, ideolojik çekimleri, insani yaklaşımları ve değerleri ile de uluslararası sistemde etkin rol oynayabilir. Yumuşak gücün temelinde meşruiyet yatar. Yumuşak güç ikna atmosferi yaratarak dolaylı yoldan devletlerin davranışlarını, tercihlerini ve politikalarını etkilemeyi sağlar. Dolaylı olması etkisini azaltmamaktadır. İletişim araçlarının geliştiği ve ucuzladığı küreselleşen dünyada yumuşak güç sert güç kadar önemlidir. Yumuşak gücün oluşmasında bir ülkenin kültürel kimliği, demokrasisinin gelişmişliği, ekonomik dinamizmi, girişimcilik ve yaratıcılık kültürü, diplomasi alanındaki sorunları uzlaşma yoluyla çözme kapasitesi ve popüler kültürü önemli rol oynar. A.B.D. kültür, sanat, edebiyat, eğitim, moda, yemek, insan hakları ve uluslararası hukuk gibi kanallarla yumuşak gücünü aktif bir şekilde kullanmaktadır. Türkiye’nin de 2000’lerden itibaren geliştirdiği aktif dış politikasında yumuşak gücü kullandığını görüyoruz. Türkiye sorun yaşayan ülkelere yaptığı insani yardımla, mülteci sorununa ülkesinin kapılarını açarak ve misafirperverlik anlayışıyla yaklaşarak, sorunlara uzlaşma yoluyla çözüm alternatifini gerek uluslararası gerekse de bölgesel örgütlerde ve toplantılarda dile getirerek yumuşak güç kullanımına örnek oluşturmaktadır.  Yumuşak gücün ikna ve çekim üzerinden diğer aktörlerin tercih ve davranışlarını belirlemesinden dolayı uluslararası sistemde normların yaygınlaşmasına katkı sağlayacağı savunulur. Örneğin birçok araştırmacı demokrasinin yaygınlaşmasının uluslararası güvenlik için önemli olduğunu söylemektedir fakat demokrasi demokratikleşen aktörler kendi istek ve arzularıyla bunu yaptıklarında sağlamlaşacaktır. Diğer taraftan, spesifik bir amaç için yumuşak gücü kullanmak zordur. Aktörler yumuşak güçlerini ‘evrensel ilkeler’ üzerinden şekillendirirler. Dünya kamuoyunu biçimlendirmenin çok yüksek bir kaynak ve çaba gerektirdiği düşünüldüğünde, bu kapasitenin sürdürülebilirliği bir diğer tartışma konusudur. Bazı çalışmalar yumuşak gücün etkisinin sert gücün etkisine göre daha görünmez, ölçülemez ve düşük olduğunu ve savaş, çatışma gibi temel uluslararası ilişkiler alanlarında kullanılamadığını da savunmaktadır. Çalışmalar yumuşak ve sert güç ikiliğinin daha muğlak ve belirli devamlılıklar içerebildiğini ve yumuşak gücün araçlarının ve mekanizmalarının az araştırıldığı vurgulamaktadır. Yumuşak güç sert güce bir alternatif değil onun tamamlayıcısıdır. Yakın dönemde bu tamamlayıcılığın altını çizmek için akıllı güç terimi kullanılmaya başlanmıştır. Akıllı güç sert ve yumuşak gücün maharetli ve etkin bir şekilde kullanılmasını ifade eder. Bu bakımdan, askeri, ekonomik, diplomatik, kültürel, politik ve yasal araçların kombinasyonudur. Akıllı güç A.B.D.’de Obama dönemi dış politikanın ana unsurlarından biri olmuştur. Bu dönemden itibaren gerek politika yapıcılar gerekse akademi tarafından sıkça kullanılmaktadır. AB akıllı gücü etkin bir şekilde kullanmaktadır. Araştırmacılar günümüz dünyasında gücün biçim ve dağılımının değiştiğini; askeri bakımdan tek kutuplu, ekonomi alanında çok kutuplu bir dünyada yaşadığımızı ve devletler arası ilişkilerin çok boyutlu tehditlere cevap vermesi gerektiğinin altını çizmektedir. Akıllı güç bu bağlama cevap vermek için ortaya atılmış bir kavramdır ve devletlerin dış politika amaçlarına ulaşmaları için yeri geldiğinde yumuşak, yeri geldiğinde sert güç kullanılmaları gerektiğini ortaya koymaktadır.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yumusak_guc
YÜKLEME KURAMI
Nebi Sümer
Kişilerin olayların ve davranışlarının nedenini açıklamak için kullandıkları bir bilişsel süreçtir. Sosyal psikolojinin en temel kuramlarından olan Yükleme Kuramı bu nedensellik sürecinin altında yatan dinamikleri inceleyerek sosyal psikolojinin “sosyal biliş” çizgisine evrilmesine katkıda bulunmuştur. Fritz Heider’in (ö. 1988) (1958) Kişiler arası İlişkilerin Psikolojisi isimli kitabı bu alanda çığır açmış ve Yükleme Kuramı’nın ilk kavramsal çerçevesini oluşturmuştur. Heider, sosyal algı süreciyle sıradan insanların başlarına gelen olayları anlamlandırma, tahmin ve kontrol edebilme güdüsüyle, bilim insanlarına benzer şekilde akıl yürüterek davranışlarının nedenini ve ardındaki niyeti anlamaya çalıştıklarını öne sürmüştür. Bu noktadan hareketle Yükleme Kuramı, sosyal algı sürecinde yüklemelerin nasıl yapıldığını ve bu yüklemeler sonucundan kişilerin yargılarını, davranışlarını ve duygularını nasıl şekillendirdiğini inceleyen kapsamlı bir alt kuramlar bütününe dönüşmüştür. Yükleme Kuramı temel alınarak hem normatif yükleme sürecini hem de bu süreçte yapılan yanlılıkları inceleyen çok sayıda görgül model geliştirilmiştir.  Yükleme Kuramı kişilerin olay ya da durumları değerlendirme aşamasını etkileyen bir dizi yanlılığın yükleme sürecini etkilediğini savunmaktadır. Bu yanlılıkları açıklayan iki kavramdan Temel Yükleme Hatası, bir davranışın nedenini açıklarken ilgili davranışın içinde bulunduğu durum ya da koşulları yeterince dikkate almadan, ağırlıkla o davranışı yapan kişi ya da kişilerin bireysel özelliklerine yükleme yapma eğilimi olarak tanımlanmaktadır. Örneğin; bir trafik kazasının nedeni olarak sürücünün kişisel özelliklerine (örn. tecrübesiz olması ya da agresif araç kullanımı gibi), kazaya neden olan çevresel faktörlerden daha fazla ağırlık yüklenebilir. İkinci önemli yanlılık olan Aktör – Gözlemci Farkı ise kişinin (aktörün) kendi davranışını görece çevresel faktörlerle açıklarken, kendisi dışındaki kişilerin (gözleyici) aynı davranışını ağırlıkla aktörün bireysel özelliklerine yüklemesidir. Sürücü (aktör) yaptığı kazayı yolun kaygan olmasıyla ya da karşı şeritten gelen aracın geçişi zorlaştırmasıyla açıklarken, gözleyicilerin bunu sürücünün (aktör) hızlı araç kullanması veya tecrübesiz olmasıyla açıklaması aktör-gözlemci farkına örnek olarak gösterilebilir.  Yüklemede normatif süreçleri ve bireysel farklılıkları açıklayan pek çok model geliştirilmiş ve bu modeller depresyona yatkınlıktan, başarı motivasyonu ve yakın ilişki dinamiklerine kadar geniş bir yelpazede incelenmiştir. Bu çerçevede önerilen ilk sistematik yaklaşım Harold Kelley’in (ö.2003) (1973) Ortak Değişim modelidir. Buna göre başkasının davranışına yönelik bir yükleme yaparken üç tür bilgi kaynağı kullanılır. Bunlar yapılan yüklemede kişi ve başkaları arasındaki (1) fikir birliğinin olup olmadığı, davranışın (2) ayırt ediciliği, yani genellenebilir olup olmadığı ve gözlenen davranışın farklı zaman ve koşullarda (3) tutarlılık gösterip göstermediğidir. Örneğin kişinin yüklemesi yüksek düzeyde fikir birliği, ayırt edicilik ve tutarlılık bilgisine dayanıyorsa davranış doğrudan bireyin kişiliğine yüklenir, niyetli yaptığı varsayılır ve davranışından sorumlu tutulur.  Bernard Weiner’in (1974) modeli ise eğitim psikolojisinde başarı motivasyonunu ve sonuçlarını anlamak için yaygın olarak kullanılmıştır. Bu modele göre, başarı ya da başarısızlık dört faktöre, yetenek, çaba, şans ve yapılan görevin zorluğuna yapılan yükleme ağırlıklarına göre açıklanır. Bu faktörler de kendi içlerinde denetim odağı (içsel veya dışsal), değişkenlik ve kontrol edilebilirlik boyutlarında farklı düzeylerde sınıflandırılır. Örneğin yetenek doğası gereği içsel ve değişmez bir özellikken, şans dışsal ve değişken bir özelliktir. Kişiler bu boyutlarda yapacağı farklı yüklemelerle farklı sonuçlara ve yargılara ulaşırlar. Örneğin bir başarı sonucu elde edilen yüksek puan, içsel yetenek ve çaba yüklemesi sonucunda öğrencinin hakkıyla kendi aldığı puan açıklamasını doğururken, bir başarısızlık sonucu elde edilen düşük puan ise şanssızlık ve görev zorluğu yüklemesiyle öğretmenin öğrenciye verdiği puan açıklamasını getirmektedir. Benzer mantıkla yakın ilişkilerde mutluluk, eşlerin birbirlerinin davranışlarına nasıl yükleme yaptıklarıyla ilişkidir. Örneğin eşinin eve gelirken çiçek alma davranışını onun inceliğine (içsel) ve düşünceliliğine yükleyen birisi bunun sonucunda çok mutlu olurken, aynı davranışı çiçeğin o gün ucuz olmasına (dışsal) ya da eşinin gizli ajandasına (kötü niyet) yükleyen birisi doğal olarak hiç mutlu olmayacaktır.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yukleme_kurami
ZARAR (Hukuk)
M. Serkan Ergüne
Bir olayın yol açtığı eksilmeyi, olumsuz sonucu, ziyanı veya kaybı ifade eden zarar kelimesi, hukukî kavram olarak hak sahibinin rızası dışında mal varlığında meydana gelen azalmadır. Zararın tespitinde, sorumluluğu doğuran olayın gerçekleşmesi sonucunda ortaya çıkan fiilî durum ile bu olay hiç gerçekleşmeseydi içinde bulunulacak olan farazi durum karşılaştırılır. İki durum arasındaki fark, meydana gelen zararı oluşturur. Ancak karşılaştırılacak durumların neye ilişkin olduğu, öğretide tartışmalıdır. Tabii (somut) zarar teorisine göre, zarar belirlenirken, zarar görenin tüm mal varlığı değil, doğrudan doğruya ihlale uğrayan hak konusu varlığın kendisi ve onda meydana gelen olumsuz değişiklik dikkate alınır. Örnek olarak, trafik kazası sonucu araçta meydana gelen somut değişiklik zarardır ve bunun giderilmesi, aracın eski hâline getirilmesi (aynen tazmin) yoluyla olur. Menfaat teorisine göre, zarar verici olay neticesinde hak konusu varlıkta meydana gelen olumsuz değişiklikten ziyade, zarar görenin tüm mal varlığında değer itibarıyla ortaya çıkan eksilme esas alınmalıdır. Zarar görenin mal varlığının zarar verici olay sonrasındaki fiilî durumu ile bu zarar verici olay hiç gerçekleşmeseydi mal varlığının içinde bulunacağı farazi durum arasındaki fark, zararı oluşturur. Mal varlığının iki (fiilî ve farazi) durumu arasındaki farkın tespitini konu edinmesi nedeniyle fark teorisi olarak da adlandırılan bu görüş, öğretide ve uygulamada baskın olarak kabul edilmektedir.  Borçlar hukukunda, esas itibarıyla maddi açıdan hesaplanabilen bir zarar anlayışı mevcuttur. Zarar kavramı geniş anlamda ele alındığı takdirde, bunun içine bir nevi gönül alma akçesi olan manevi zarar da girer.  Yukarıda açıklanan zarar kavramı, sorumluluk hukukunun tüm alanları için ortaktır. Tek bir zarar kavramı olmakla birlikte, sorumluluğun türüne ve zarar verici olayın gerçekleşme biçimine göre, zararın çeşitli türleri vardır: Maddi zarar: Parasal olarak ölçülebilen değerler üzerinde ortaya çıkan mal varlığı azalmasıdır. Manevi zarar: Bir kimsenin kişilik değerlerinde ortaya çıkan kayıplardır; kişiliğe yapılan saldırı nedeniyle duyulan acı, elem ve üzüntüdür. Bedensel zarar: Bir kimsenin fiziki varlığının veya ruh sağlığının ihlal edilmesi sonucunda mağdurun mal varlığında meydana gelen azalmadır. Fiilî zarar: Zarar görenin mal varlığının mevcut durumunun azalmasıdır; aktiflerin azalması (malın zarar görmesi vs.) yahut pasiflerinin artması (tedavi ücreti ödeme yükümlülüğünün doğması vs.) şeklinde gerçekleşir.  Kâr yoksunluğu: Zarar görenin mal varlığında meydana gelebilecek artışların önlenmesi sonucu oluşan kayıplardır; aktiflerin artmasının veya pasiflerin azalmasının engellenmesi biçiminde ortaya çıkar. Olumlu zarar: Borçlunun sözleşmeden doğan borcunu hiç ya da gereği gibi ifa etmemesi nedeniyle alacaklının uğramış olduğu zarardır. Olumlu zarar, borcun yerine getirilmesi hâlinde, alacaklının elde edeceği ifa menfaatine karşılık gelir. Olumsuz zarar: Bir sözleşmenin kurulacağına veya geçerli olacağına yahut geçersizliğe rağmen ifa edileceğine dair uyandırılan güvenden doğan ya da sözleşmeden dönme nedeniyle meydana gelen zarardır. Bir başka ifadeyle olumsuz zarar, güvenilen ya da dönülen sözleşme hiç söz konusu olmasaydı, alacaklının uğramayacak olduğu zarardır.  Normatif zarar: Hukuka aykırı fiil neticesinde herhangi bir mal varlığı azalması olmasa bile bir malı kullanma olanağından veya tatil yapma imkânından yoksun kalınması gibi hâller, normatif zarar olarak adlandırılmaktadır. Aşkın (munzam) zarar: Borçlunun para borcunu ödemede temerrüde düşmesi nedeniyle alacaklının uğradığı zararın temerrüt faizinden fazla olan kısmıdır. Doğrudan zarar: Zarar verici fiil neticesinde araya başka bir sebep girmeksizin oluşan zarardır.  Dolaylı zarar: Zarar verici fiilin sebebiyet verdiği kayıplara başka sebeplerin eklenmesiyle ortaya çıkan diğer zarardır.  Salt mal varlığı zararı: Şahsa veya mala gelen zarar dışında kalan zarardır. Yansıma zarar: Haksız fiile maruz kalan kimseden başka birisinin de bu fiil yüzünden uğradığı zarardır.  Mevcut zarar: Zararın hesaplandığı tarihe kadar gerçekleşmiş olan kayıplardır.  Müstakbel zarar: İleride normal olarak gerçekleşmesi beklenen kayıplardır.  Muhtemel zarar: İleride bir olgunun gerçekleşmesi hâlinde, ortaya çıkması ihtimal dâhilinde olan kayıplardır.  Mal varlığının iki farklı (fiilî ve farazi) durumu esas alınmak suretiyle yapılacak zarar hesaplamasında, sadece zarar verici olayın mal varlığı üzerindeki olumsuz etkileri değil, ayrıca bu olayın meydana getirdiği olumlu etkiler de (yararlar) dikkate alınır. Zarar ile yararın bu şekilde denkleştirilmesiyle tazmin edilecek zarar miktarı tespit edilir. Zararın ortaya çıkması, sorumluluk hukukunda aranan diğer koşullar da gerçekleşince (genel sorumluluk rejimi için: hukuka aykırı fiil, kusur ve uygun nedensellik bağı; kusursuz sorumluluk rejimi için: hukuka aykırı fiil ve uygun nedensellik bağı, ahlaka aykırı fiilden sorumluluk rejimi için: ahlaka aykırı fiil, kast ve uygun nedensellik bağı) tazminat yükümlülüğüne yol açar. Fail ya da hukuken sorumlu tutulan kimse, zarar görenin uğramış olduğu zararı tamamen ya da kısmen gidermek borcu altına girer.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/zarar_hukuk
YÜKLENTİ
Nejat Aday
Bir borç ilişkisi çerçevesinde lehdarına bir edim çıkarı sağlamayan ancak sözleşme veya yasa gereği bir hakkın yahut elverişli bir konumun kaybedilmemesi için ifası öngörülen davranış kuralları yüklenti olarak adlandırılır. Literatürde yüklenti terimi yerine külfet, yük, gerekli davranış, hukukî külfet, kanuni külfet, hukukî ödev, yüküm, yüklem, mükellefiyet, görev, ödev, yükümlülük, vazife ve vecibe kelimeleri de kullanılmaktadır. Geniş anlamda borç ilişkisi, birden çok tekil hak ve borcun doğumuna elverişli organik bir yapı veya dokuya benzetilir. Canlı bir organizma gibi kendiliğinden değilse de, borç ilişkisi, alacaklı ve borçlunun (borca uygun veya aykırı) davranışlarına bağlı olarak, çok sayıda tekil hak ve borcun doğumuna kaynaklık eder. Yüklenti olguları da geniş anlamda bir borç ilişkisinin kurulması veya devamı sürecinde, bu ilişkinin dürüstlük kuralı çerçevesinde ifasına veya yasanın ya da tarafların öngördüğü diğer şekillerde tasfiyesi amacına hizmet eden birtakım davranış kuralları olarak ortaya çıkar. Sözleşme veya başka bir borç kaynağından doğmuş olması fark etmeksizin her borç ilişkisinde, taraflardan en az biri için, yerine getirilmesi gereken davranışlardan oluşan bir zorunluluk alanı (borçlar, yükümlülükler) ile böyle bir zorunluluk alanı oluşturmayan serbest hareket alanı bulunur. Borçlunun verme, yapma veya yapmama şeklindeki bir veya birkaç davranışından oluşan edim yükümlükleri, söz konusu zorunluluk alanının kapsamını belirler. Hukuk düzeni borçluyu, bu yükümlülüklerini yerine getirmeye (ifaya) zorlar. Serbest iradesiyle borca uygun davranışı sergileyerek borcunu ifa etmeyen borçluya karşı alacaklı; ifa, tazminat, cebri icra gibi araçlarla borçludan edim çıkarını elde eder. Bu nedenledir ki borçlar (yükümlülükler), sadece ifa edilmemelerine bağlanan ifa ve tazminat davası gibi yaptırımlarla değil, ifalarının alacaklı için edim çıkarı oluşturmalarıyla da benzer olgulardan ayrılır. Bazı durumlarda yüklenti ihlali hakkın kaybına neden olduğundan, ihlalin hukuksal sonuçlarının yükümlülük ihlaline bağlanan hukuksal sonuçlarından daha hafif olduğu düşüncesi isabetli değildir. Dolayısıyla yüklentilerle yükümlülükleri birbirinden ayıran temel ölçüt, ifalarının karşı tarafa bir edim çıkarı sağlayıp sağlamamasında aranmalıdır. Yüklenti olguları, zorunluluk ve serbest hareket alanları arasındaki ara bölgede, dilin yapısı nedeniyle zorunluluk ifade ediyormuş gibi görünse de gerçekte ilgilisine bir davranış yükümlülüğü yüklemeyen kurallardan oluşur. Söz gelimi, ayıp hükümlerinden yararlanmak isteyen, ayıplı ifada bulunan satıcıya karşı bu hükümlerin kendisine sağladığı elverişli konuma kaybetmek istemeyen alıcı, satıcıya ihbarda bulunmak zorundadır. Ancak ihbarda bulunmak yüklentisinin ihlali olgusu, karşı tarafa (yüklenti lehdarına) dava veya cebri icra imkânı sunmaz. Bunun nedeni, ihbarda bulunulmasının satıcıya herhangi bir edim çıkarı sağlamayacak olmasıdır. Edim çıkarı, dolayısıyla alacak hakkı zarar görmeyen tarafa ifa veya tazminat talebi tanınması anlamsız olurdu. Hâlbuki ayıplı ifada bulunan satıcıya karşı ayıp hükümlerinden yararlanmak isteyen alıcı, durumu uygun bir sürede satıcıya bildirmelidir. Böylece, doğumu anında adil ve dengeli olduğu varsayılan bir borç ilişkisinde bozulan dengeyi yeniden kurmak için diğer tarafa birtakım hak ve imkânlar sağlanırken, bu kez de karşı tarafın durumunun gereğinden fazla bozulmaması, kendisine yapılan ihbarı değerlendirerek gerekli önlemleri almasına imkân hazırlanması amaçlanır. Bu nedenle, ihbar yüklentisinin ihlali, satılanın bu şekliyle kabul edildiği varsayımına, sonuç itibarıyla da ayıba dayalı imkânların kaybına yol açar.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yuklenti
YÜRÜTME
Yavuz Atar
Kavram olarak, kanunların uygulanması konusunda yetkili ve sorumlu olan devlet organını ve bu organın yerine getirdiği fonksiyonu ifade eder.  Kuvvetler ayrılığı teorisine göre, her devlette yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç kuvvet vardır. Anayasa hukuku açısından kuvvet kelimesi, devlet fonksiyonları (görev, işlev) ya da bu fonksiyonları yerine getiren organlar anlamında kullanılmaktadır. Yürütme gücü, hem organik açıdan yürütme organı içindeki kişi veya makamları (başkan, başbakan, bakanlar, kabine, idare gibi) hem de fonksiyonel açıdan yürütmenin görev ve yetkileri ile işlem ve faaliyetlerini kapsar. Yürütme organı, siyasi kararları alan “siyasi yürütme” ve bu kararları teknik olarak uygulayan “idare” şeklinde iki kısımdan oluşur. “Hükûmet” olarak da adlandırılan siyasi yürütme, karar alıcı olması nedeniyle siyasi sorumluluğa sahip olup genellikle ulusal liderliği de içerir. Yürütme organının temel görevi kanunların uygulanması olmakla birlikte, bu organ, ülkenin genel siyasetinin tespit edilmesi ve uygulanması, iç ve dış güvenliğin sağlanması ve dış politikanın yürütülmesi gibi görevleri de yerine getirir.  Yürütme organının yapısı, yürütme gücünün paylaşılması ve kontrolü bakımından hükûmet sisteminin niteliğine göre farklılaşmaktadır. Esasen hükûmet sistemlerini birbirinden ayırt etmek için kullanılan ölçütlerden biri de yürütme organının yapısal özellikleri ve yasama organı ile ilişkileridir. Bu ilişkilerin niteliğine göre başkanlık sistemi ve parlamenter sistem olmak üzere iki ana model bulunmaktadır. Aralarında yarı-başkanlık ve meclis hükûmeti sisteminin de bulunduğu, temelde iki ana modelden üretilmiş farklı özelliklere sahip olan “hibrit/melez” hükûmet sistemleri de mevcuttur.  Başkanlık sisteminde başkan, yürütme yetkisinin tek sahibidir. Devlet başkanlığı ve hükûmet başkanlığı görevi, halk tarafından seçilen başkanda toplanmıştır. Bu sistemde başbakan yoktur. Başkanlık sisteminde yürütme yetkisinin kaynağı tek kişi olmakla birlikte başkanın “sekreter” adı verilen bakanları, danışmanları ve diğer görevliler yürütme yetkisinin kullanılmasına katılırlar. Sekreterler, başkana karşı sorumlu olup görevlerini onun emirlerine göre ifa ederler. Başkanlık sisteminde, yasama ve yürütme kuvvetleri birbirinden kesin olarak ayrılmıştır. Yürütme yetkisi, halk tarafından seçilen başkana, yasama yetkisi ise parlamentoya aittir ve kişiler aynı anda her iki organda birden görev alamazlar. Başkanlık sistemlerinde kural olarak süreleri sabit olan seçim dönemleri vardır. Parlamento, başkanın görevini güvensizlik oyuyla sonlandıramaz, başkan da parlamentoyu feshedemez. Başkanlık sisteminin prototipi ABD sistemidir. ABD başkanının bakan ve diğer üst düzey atamaları Senato’nun onayına tabidir. ABD başkanlık sisteminin bazı özellikleri bu ülkenin federal bir devlet olmasıyla da doğrudan ilişkilidir. Parlamenter sistemde yürütme organı iki-başlı olup devlet başkanı ve başbakanın da dâhil olduğu bakanlar kurulundan oluşur. Cumhuriyetlerde devlet başkanı cumhurbaşkanı, monarşilerde ise hükümdardır. Bununla birlikte, yürütmede asıl yetki bakanlar kuruluna aittir. Parlamenter sistem, yürütme iktidarının yasama iktidarından kaynaklandığı ve ona karşı sorumlu olduğu hükûmet sistemidir. Hükûmet, yasama organının güvenine dayanır ve güvensizlik oyuyla görevinden uzaklaştırılabilir. Buna karşılık, devlet başkanının da meclisi feshetme yetkisi vardır. Parlamenter sistemde bakanlar kurulu kolektif bir yürütme organıdır. Başbakan ve bakanlar parlamento içinden seçilir, istisnai olarak bazı bakanların dışarıdan da seçilmesi mümkündür. Günümüzde yaygın bir uygulaması ve kendi içinde farklı türleri olan parlamenter sistem ilk olarak İngiltere’de ortaya çıkmış ve diğer ülkelere buradan yayılmıştır. Yarı-başkanlık sisteminde yürütme organı iki başlıdır. Yarı-başkanlık sistemi, başkanlık sistemiyle parlamenter sistemin bazı unsurlarını birleştiren bir rejim olarak kabul edilmektedir. Buna göre, yarı-başkanlık sistemi, cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi ve önemli anayasal yetkilere sahip olması bakımından başkanlık sistemine, yasama organının içinden çıkan ve ona karşı sorumlu bir başbakan ve bakanlar kurulunun varlığından dolayı da parlamenter hükûmet sistemine benzemektedir. Parlamentoda, cumhurbaşkanının da mensup olduğu bir siyasi çoğunluğun bulunması, sistemin yarı-başkanlık karakterini güçlendirir, hatta sistemin işlemesi büyük ölçüde buna bağlıdır. Yarı-başkanlık sisteminin prototipi Fransız sistemidir. Yasama ve yürütme yetkilerinin mecliste toplandığı Meclis hükûmeti sisteminde ise yürütme görevi meclisin emirleri doğrultusunda bir konsey tarafından yerine getirilir. Konseyin meclis üzerinde fesih dâhil hiçbir hukukî yetkisi bulunmamaktadır. Meclis hükûmeti sisteminin bir türü Türkiye’de 1921 Anayasası döneminde uygulanmıştır. Günümüzde sadece İsviçre’de yürürlükte olan bir sistemdir. Türkiye’de 1924 Anayasası meclis hükûmeti ve parlamenter sistemin farklı unsurlarından oluşan karma bir hükûmet sistemi benimsemiş, 1950’de çok partili demokratik sisteme geçilmesiyle hükûmet sistemi de parlamenter sisteme doğru evrilmiştir. 1960 askeri darbesinin ardından yapılan 1961 Anayasası çeşitli vesayet kurumlarıyla birlikte yürütmenin zayıf olduğu bir parlamenter sistem öngörmüş ve bu dönemde hükûmet istikrarsızlıkları ortaya çıkmıştır. 1980 askeri darbesinden sonra yapılan 1982 Anayasası ise yürütme içinde cumhurbaşkanını güçlendiren bir parlamenter sistem benimsemiş, anayasal vesayet kurumlarını daha da pekiştirmiştir. 2007 yılında, Mecliste yaşanan cumhurbaşkanlığı seçimi krizinin aşılması amacıyla bir anayasa değişikliğiyle cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi kabul edilmiştir. 2014 yılında, cumhurbaşkanı ilk defa halkoyuyla seçilmiş ve parlamenter sistem bir çeşit yarı-başkanlık sistemine doğru evrilmiş, 2017 Anayasa değişikliğiyle de başkanlık sistemine geçilmiştir. 2017 Anayasa değişikliği ile kabul edilen ve 2018 seçimleriyle yürürlüğe giren Cumhurbaşkanlığı sistemi, Amerikan başkanlık sisteminden farklı olarak, yasama ve yürütme organlarının seçimlerinin eşzamanlı olarak yapıldığı ve birlikte seçime gitmek kaydıyla, her iki organın da tek başına seçimleri yenileme kararı alabildiği bir başkanlık sistemidir. Anayasaya göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri beş yılda bir aynı günde yapılır. Bir kişi kural olarak en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.  Anayasaya göre, yürütme yetkisi ve görevi doğrudan halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanına aittir. Cumhurbaşkanı, ayrıca Devlet başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin eder. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar Cumhurbaşkanınca Meclis dışından atanırlar ve Cumhurbaşkanının politikalarını ve programını uygulamakla yükümlüdürler. Cumhurbaşkanı işlemiş olduğu iddia edilen suçlar nedeniyle, Meclis soruşturması yoluyla, yargılanmak üzere Yüce Divana sevk edilebilir. Seçilmeye engel bir suçtan mahkûm olan Cumhurbaşkanının görevi sona erer.  Yürütme yetkisi ve görevini Cumhurbaşkanına veren Anayasa, yürütme bölümünde ayrıca “İdare” başlığı altında diğer bazı organlara da yer vermiştir. İdare, merkezi idare ve yerinden yönetim kuruluşları olarak ikiye ayrılmaktadır. Merkezi idare de kendi içinde başkent teşkilatı ve taşra teşkilatı (iller, ilçeler) olarak ikiye ayrılır. Yerinden yönetim kuruluşları ise mahalli idareler (belediye idaresi, il özel idaresi, köy idaresi) ile hizmet yönünden yerinden yönetim kuruluşlarından (örn. yükseköğretim kurumları) oluşmaktadır. Yürütme fonksiyonunun kapsamına kural olarak kişisel, somut ve sübjektif işlemler girmekle birlikte hemen hemen bütün anayasal sistemlerde yürütme organına kural-işlem mahiyetinde olan düzenleyici işlemler yapma yetkisi de tanınmaktadır.  Yürütme organının işlemleri ilkesel olarak kanuna dayanan işlemlerdir. Bu kural gereğince yürütme organı, belli bir alanda kendisini yetkilendiren bir anayasa veya kanun hükmü olmadıkça hiçbir işlem yapamaz. Bununla birlikte yürütme organının görev alanının zamanla genişlemesi nedeniyle yürütmenin güçlendirilmesi eğilimleri ortaya çıkmış ve yürütmenin kanuna dayanması anlayışı da değişime uğramıştır. Günümüzde başkanlık ve yarı-başkanlık sistemini uygulayan bazı devletler, özerk düzenleme yetkisi tanımak suretiyle yürütme organına, kanunla bağlı olmaksızın ilk elden düzenleme yapma yetkisi tanımaktadır. Ayrıca parlamenter sistemlerde yaşanan hükûmet istikrarsızlıklarını ortadan kaldırmak için yürütmeye güç ve etkinlik kazandıracak bazı tedbirler alınmıştır. Bunlardan en önemlisi, bazı yasama yetkilerinin yürütmeye devredilmesi anlamına gelen, kanun gücünde kararname çıkarma yetkisidir. Öte yandan özellikle olağanüstü hâllerde, yürütme organının yetkileri oldukça genişlemektedir. Olağanüstü hâllerde, yürütme organına kanun gücünde kararname çıkarma yetkisi verilerek yürütmenin kural koyma yetkisi genişletilmektedir. Bu durumlarda yasama organının yürütmenin koyduğu kuralları geçersiz kılması mümkün olduğu gibi, bu kurallar karşısında kanunlara üstünlük tanınarak nihai kararı yasama organının vermesini sağlamak da mümkündür.  Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılacağı hükmüne yer vermek suretiyle yürütmenin kanuna dayanması ilkesini benimsemiştir. Bununla birlikte Anayasa, Cumhurbaşkanına belli sınırlar içinde kanun etkisine sahip kararname çıkarma yetkisi tanımıştır. Buna göre, kişi hakları, siyasi haklar, kanunlarla önceden düzenlenmiş konular ve Anayasada kanunla düzenleme şartı bulunan konular dışında olmak kaydıyla yürütme alanında ilk elden Cumhurbaşkanlığı kararnameleri çıkarılabilir. Hatta bazı konuların (örn. bakanlıkların kurulması ve kaldırılması gibi) yalnızca Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenmesi öngörülmüştür. Öte yandan Cumhurbaşkanı olağanüstü hâl dönemlerinde yukarıdaki sınırlamalara bağlı olmaksızın olağanüstü hâlin gerektirdiği konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir. Ancak bu kararnameler Meclisin onayına tabidir.  Yürütme organının ayrıca kanunlara veya Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine dayanarak genelge, tebliğ, yönerge, karar, sirküler, plan, tarife, ilke kararı gibi başka adlar altında düzenleyici işlemler yapması da mümkündür.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/yurutme
ZEKÂ (Psikoloji)
Emre Şenol Durak
En kabul edilebilir yönüyle zekâ, “dünyayı anlama, mantıklı ve soyut düşünme, öğrenme, zorluklarla karşılaşıldığında kaynakları etkili kullanma ve eldeki bilgiyi çevreyi yönetmek için kullanma” kapasitesidir. Farklı kültürlerde farklı zihinsel yetilerin daha önemli görülmesinden kaynaklı zekânın genel bir tanımı üzerinde psikologlar arasında uzlaşı sağlamak kolay görülmemektedir. Bireyselliğe vurgu yapan batılı kültürlerinde “kategoriler oluşturma” ve “mantıklı şekilde tartışma” yeteneği zekâ olarak tanımlanırken toplulukçu doğu kültürlerinde “anlama” ve “birbiriyle ilişkilendirme” yetileri zekâ tanımında ön plana çıkmaktadır. Bu nedenle, yıllardır psikologların zekâyı tanımlamak için sarf ettikleri yoğun çaba anlaşılır ve değerlidir. Zekânın kültürel tanımının yanı sıra genetik altyapısının bulunması ve bireysel geçmiş deneyimlerle ilişkili olması nedeniyle günümüze kadar zekâyı tanımlamaya çalışan psikologların çok sayıda zekâ tanımı yapmalarına, zekânın farklı boyutlarını daha öne çıkarmalarına ve çok sayıda zekâ kuramları geliştirmelerine yol açmıştır. Bireyin geçmiş deneyimlerinden bağımsız, kültürel farklılıkları dikkate alan ve genetik etkenleri kapsayıcı şekilde açıklayan bir zekâ tanımı yapma kolay değildir.  Zekânın tanımı yapılırken farklı kuramcıların zekânın farklı yönlerine vurgu yaptığı dikkat çekmektedir. Zekâ konusunda önemli çalışmaları bulunan Lewis M. Termann (ö. 1956), “soyut düşünme becerisidir” derken klasik davranışçı yaklaşımın kurucuları arasında bulunan Edward L. Thorndike (ö. 1949) “öğrenme ve sorulara cevap verme yetisidir” şeklinde bir tanım yapmaktadır. Zekâ testleri geliştirenlerin öncülerinden biri olan Wechsler ise zekâyı “kasıtlı olarak hareket etme, rasyonel düşünme ve çevresi ile etkin bir şekilde başa çıkma kapasitesi” olarak tanımlamıştır. Yirminci yüzyılın başlarında Charles Spearman (ö. 1945) zekâ için tek bir genel unsurun varlığını kabul etmiş ve bunu da “G Faktörü” olarak tanımlamıştır. Bu genel zekâ faktörü, zekânın her alanındaki performansın birleşiminden oluşmaktadır ve zekâ testlerinde ölçülen genel zekâ düzeyini belirtmektedir. Zekâ konusunda çalışmalar arttıkça zekâ tanımı ve değerlendirmesine ilişkin yöntem farklılıklarında da değişiklikler gözlenmiştir. Zekâyı tek bir oluşum olarak görmekten ziyade, farklı zekâ tiplerini içeren çok boyutlu bir zekâ kavramından söz edilmektedir. İlk olarak, yirminci yüzyılın ortalarında Raymond Catell (ö. 1998) tarafından bahsedilen “akıcı ve kristalize zekâ”, akıl yürütme, bilgi işleme kapasitesi, yaşam deneyimi içerisinde öğrenilen bilgi ve beceri ve sorunları çözme yetisi şeklinde tanımlanmaktadır. Bir dizi sayıyı hatırlarken ya da bozulan bir radyonun nasıl tamir edileceğini anlatırken akıcı ve kristalize zekâyı kullanırız. Yaşam deneyimi zenginliğine sahip ileri yaştaki bireylerde özellikle kristalize zekânın belirgin şekilde ön plana çıktığı söylenebilir.  Psikolog Howard Gardner’in 2000 yılında ileri sürdüğü “Çoklu Zekâ Kuramı” zekânın tek ve baskın bir yetenek olmadığını, çok sayıda ve farklı boyutlarda yetilerin değerlendirilmesi gerektiğini ve sadece ölçümlenen bir zekâ katsayısıyla (intelligence quotient, IQ) zekâ düzeyinin belirlenemeyeceğini ileri sürmektedir. Mantıksal-matematiksel zekâ, uzamsal zekâ, sözel zekâ, kinestetik zekâ, müziksel zekâ, içsel zekâ, sosyal zekâ, doğasal zekâ ve varoluşsal zekâ bu kuram çerçevesinde ele alınan çoklu zekânın boyutları arasında yer almaktadır. Bireyin zekâsı bahsi geçen her bir zekâ türü düzeyinin belirlenmesi ile değerlendirilir. Mantıksal-matematiksel zekâ, sorun çözme ve bilimsel düşünme yeteneğini içerir. Uzamsal zekâ, farklı şekilleri bir araya getirme ve görselleştirme yeteneği olarak adlandırılır. Sözel zekâ, bir dili kullanma ve kendini ifade etme yeteneğidir. Kinestetik zekâ, bir sorunu çözmek için bedenin kullanılmasını içermektedir. Müziksel zekâ, bireyin müzik yoluyla kendini anlatma becerisidir. İçsel zekâ, kişinin kendisi ile ilgili farkındalığı ve kendisini anlama yeteneği ile ilgilidir. Sosyal zekâ, kişinin çevresindeki bireyleri değerlendirerek ve onların duygu ve düşüncelerini anlama yeteneğidir. Doğasal zekâ, doğadaki canlıları tanıma ve doğadaki mevcut dengeyi anlama yetisidir. Varoluşsal zekâ, sonsuzlukla ilgili sorunlar üzerine düşünme olarak tanımlanır. Kuramda bahsedilen bu zekâ türleri, Gardner’a göre birbiri ile ilişki içerisindedir.  Zekâ konusunda çalışmaları bulunan Sternberg, genel zekâ testlerinin özellikle bireylerin kariyer başarısını değerlendiremediği savından hareketle “pratik zekâ” tanımını yapmıştır. Buna göre, diğerlerinin davranışlarını gözleme yoluyla öğrenilen ve günlük yaşamdaki sorunların çözümüne ilişkin çeşitli teknikler kullanma yeteneği pratik zekâdır.  Zekâ konusunda son yıllarda sıklıkla araştırmalarda ön plana çıkan “duygusal zekâ”, kendisinin ve diğer insanların duygularını anlama, ifade etme ve duyguları düzenleme becerisidir. Diğer bir deyişle duygusal zekâ, diğerlerine karşı empati duymanın, öz-farkındalığın ve sosyal becerilerin temelidir. Diğer insanların duygularını anlama ve kendisine ilişkin öz farkındalığın olması duygusal zekâsı güçlü olan bireylerin insan ilişkilerinin güçlü olmasını açıklamaktadır. Geleneksel zekâ testlerinden ortalama puan alan birinin kariyerinde neden oldukça başarılı olabileceğini açıklamaya duygusal zekâ kavramı yardım edebilir.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/zeka_psikoloji
ZEKÂ (Eğitim)
Uğur Sak
Zekâ; kavrama, bilgi işleme, muhakeme, yargılama, planlama, uyumlanma, problem çözme ve öğrenme kapasitesidir. Tanımların çeşitlenmesindeki temel faktörler; insanlık yaşamının her döneminde, her çalışma alanında ve bilim dalında, insanlığın bulunduğu her bölgede ve oluşturduğu her kültürde, zekânın az ya da çok etki yapmış olması ve bu etkiye ilişkin kültürel bakış açılarının farklılık göstermesidir.  Zekâ kavramları ve araştırmaları, son yüzyılda pek çok yaklaşımdan beslenerek şekillenmiştir. Bilişsel yaklaşımlar zekâyı, insanın bilgiyi nasıl kodladığını, zihinsel olarak nasıl işlediğini ve anlamlandırdığını, bilgi işleme hızını ve problem çözmenin karmaşık biçimlerini matematiksel modellemeler ve bilgisayar simülasyonları ile inceleyerek açıklar. Biyolojik yaklaşımlar, doğrudan beyin ve bunun işlevleri üzerinde çalışarak, beynin özel bölgeleri ve bu bölgelerin aktivasyon örüntüleri ile zekâ arasında ilişki kurmak suretiyle zekâyı anlamaya çalışır. Biyolojik yaklaşımlar, beyin görüntüleme tekniklerini kullanarak zekâ hakkında bilimsel bilgi üretir. Psikometrik yaklaşımlar, zihinsel yeteneklerin yapılarını zekâ ile ilişkilendirerek zekâya farklı bir bakış açısı sunar. Bu yaklaşıma göre zekâ, çok çeşitli becerilerin oluşturduğu genel zihinsel bir kapasitedir. Psikometrik yaklaşım, zekâ alanını en çok etkileyen yaklaşımlardan biri olmuştur, çünkü geçmişte ve günümüzde zekâ testlerini geliştiren araştırmacılar, psikometrik yaklaşımı kullanan bilim insanlardır.  Gelişimsel yaklaşımlar zekâyı, zekânın gelişim dönemlerini, zekâ gelişimini etkileyen çevresel ve genetik dinamikleri ele alarak açıklar. Bu yaklaşıma göre zekâ, yalnızca çevrenin ve genetiğin etkisiyle değil, bu iki dinamik etmenin karşılıklı etkileşimiyle gelişir. Kültürel yaklaşımlar, zekâyı kültürlerin yarattığını ileri sürer ve bu nedenle zekâya ilişkin sorularını kültür içinde araştırırlar. Bu yaklaşıma göre zekâ, kültürden arındırılarak değil gerçek hayatla ilişkilendirilerek anlaşılabilir. Öğrenme ve davranışçı yaklaşımlara göre de zekâ, geliştirilebilen ve öğretilebilen bir tür davranıştır. Son yüzyılda zekâya ilişkin en önemli iki tartışma konusu, zekânın kalıtımı ve ölçümü olmuştur. Yüzyılın başlarında bir kısım bilim insanları zekânın tamamen genetik kaynaklı olduğunu, bir kısmı ise çevre tarafından oluşturulduğunu iddia etmiştir. Günümüzde ise bu iki faktörün dinamik bir etkileşimi ile zekânın oluştuğu ve geliştiği görüşü daha çok kabul görmektedir. Çağdaş yaklaşımlara göre zekâ, geliştirilebilir bir kapasite veya yetenek olarak düşünülebilir. Gerçekte de bilimsel araştırmalar, son yüz yılda sadece bireylerin değil toplumların da ortalama zekâ düzeyinin gözle görülür şekilde artış gösterdiğini ortaya koymuştur. Zekâ alanında son yüzyılda kaydedilen en önemli gelişmelerden biri olan zekâ ölçümü, bilimsel yöntem ve araçların geliştirilmesi, kuşkusuz en dikkat çekici tartışma konularından biri olmuştur. Avrupa’da bilimsel anlamda 20. yüzyılın başında başlayan zekâ testi geliştirme çalışmaları, Türkiye’de 21. yüzyılda başlamış ve 2016 yılında ilk yerli zekâ testi olan ASIS geliştirilmiştir. Ancak son yıllarda zekâ ölçümünün eğitsel açıdan çok gerekli olmadığı, ayrıcalıklı toplumların yaratılmasına hizmet ettiği görüşlerini savunan eğitimciler ve bilim insanları da vardır. Zekâ, her yüzyılda tartışılmaya devam edecektir, çünkü zekâ olmadan bir medeniyet kurulamaz ve tarih yazılamaz.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/zeka_egitim
ZEKÂT
Hacı Mehmet Günay
Sözlüklerde “temiz olma, arıtma, artma, bereket” gibi anlamlarla karşılanan zekât kelimesi terim olarak “dinen zengin sayılan kimselerin Kur’ân’da belirtilen hak sahiplerine vermesi gereken belli miktar malı” ifade eder. Dinî kaynaklarda ilk dönemlerde zekât anlamında “sadaka” kelimesinin de kullanıldığı görülmekteyse de bu kelime daha sonraki devirlerde genellikle zekât dışındaki gönüllü malî ödemeler için kullanılmaya başlanmış, günümüzde de bu anlamıyla yerleşmiştir. Toprak ürünlerinden verilen zekât için uşr (öşür) terimi kullanılır.  Fakir ve ihtiyaç sahiplerine yardım etme olgusu bütün dinlerde mevcut olmakla birlikte bu hususta ortak bir kavramdan söz etmek mümkün değildir. Zekât, bugünkü şekliyle tamamen İslâm’a ait bir kavram ve uygulamadır. İslâm’ın beş esasından birini oluşturan zekât gerekli nitelikleri taşıyan her Müslüman üzerine farzdır. Mekke döneminde inen ayetlerde zekât kavramı geçmekle birlikte zekâtın nisabı, oranı ve sarf yerleri kesin sınırlarıyla ancak Medine döneminde belirlenmiştir. Hz. Peygamber de açık bir şekilde zekâtın İslâm’ın temel ibadetlerinden biri olduğunu bildirmiştir (Buhârî, “Zekât”, 1). Özel olarak zekâtın farz oluşu, anlam ve önemi, şartları, hangi mallardan ne kadar verileceği, nasıl toplanıp nerelere sarf edileceği gibi konular hadis-i şeriflerde de geniş şekilde ele alınır.  İslâm dinine göre zekâtla yükümlü olan kişilerde şu şartlar aranır: Müslüman olmak, hür olmak, ergen olmak, akli dengesi yerinde olmak, zengin olmak. Hanefilere göre çocuklar ve akıl hastaları zekâtla yükümlü değilken diğer mezheplere göre yükümlüdür. Zekâtın farz olma sebebi zenginliktir. Kural olarak bir kişinin zekât yükümlüsü olması için sahip olduğu mal ve servetin nisap miktarına ulaşmış olması, bir yıllık borcundan ve temel ihtiyaçlardan fazla olması, tam mülk olması, artıcı özelliğe sahip olması ve üzerinden bir kamerî yıl geçmiş olması gerekir.  Nisap, zekâtla yükümlü sayılmak için belirlenen asgari zenginlik sınırıdır. Temel mal gruplarının nisap miktarları hadislerde gösterilmiştir. Nisap ölçüsü altında 20 miskal (80.18 gr), gümüşte 200 dirhemdir (595 gr). Toprak ürünleri ve madenlerin nisabıyla ilgili fakihlerin farklı görüşleri vardır. Diğer mallarda nisap, altın ve gümüş nisabına göre takdir edilir. Zekâtın dinen geçerli bir şekilde ödenmesi için zekâta niyet edilmesi ve zekât verilecek malın doğrudan hak sahibinin mülkiyetine geçirilmesi (temlik) şarttır.  Klasik eserlerde zekât düşen mallar, hayvanlar, altın ve gümüş, ticaret eşyası, maden ve defineler, toprak ürünleri şeklinde beş ana grupta ele alınır. Günümüzde bunlara yeni mal türleri de eklenmiştir.  Zekâta tâbi olan hayvanlar senenin çoğunu meralarda otlayarak geçirmeleri kaydıyla deve, koyun ve sığır cinsleridir. Hangi hayvan türünden ne kadar zekât verileceği hadislerde detaylı biçimde anlatılmıştır  Nisap miktarına ulaşan ve üzerinden bir yıl geçen altın ve gümüşten de kırkta bir oranında zekât vermek gerekir. Günümüzde kullanılan madeni, kağıt ve dijital paraların nisabı da altına göre belirlenir. Başkasında olan alacaklar da belli şartlarda zekâta tabidir. Ticaret niyetiyle elde bulundurulan ve fiilen satışa arz edilen her çeşit maldan da kırkta bir oranında zekât verilir. Toprak ürünlerinin zekât oranı toprağın sulama şekline ve diğer harcamalara göre onda bir veya yirmide bir oranında olur. Ayrıca bunlarda yıllanma şart olmayıp yıl içinde alınan her ürün hasadı için ayrı zekât gerekir.  Günümüzde, endüstriyel hayvan ve tarım ürünleri, sanayi tesisleri, hizmet malları, nakil vasıtaları, hisse senedi ve tahviller, fikri ve sınai haklar gibi zekâta tabi farklı mal türleri ve gelir kalemleri ortaya çıkmıştır. Bunların zekât matrahı, nisabı ve oranları ile ilgili çağdaş fıkıh bilginlerinin farklı görüş ve değerlendirmeleri bulunmakla birlikte genel eğilim bunlardan ilke olarak ticaret mallarının tabi olduğu esaslar çerçevesinde zekât alınması yönündedir. Kur’ân-ı Kerim’e göre zekât şu sekiz gruba verilir (Tevbe 9/60): Fakirler, miskinler (fakirden daha muhtaç kimseler), zekât işinde çalışanlar, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenler, köleler, borçlular, Allah yolunda olanlar ve yolcular.  Zekât, sadece hak sahiplerine verilir. Kural olarak zenginlere, anneye, babaya, eş ve çocuklara, Müslüman olmayanlara, Hz. Peygamber’in yakınlarına zekât verilmez. Kişinin, temel ihtiyaçlarından fazla nisap miktarı malı olmakla birlikte bunlar artıcı özellikte değilse, bu kişiye zekât verilmez. Ama onun zekât vermesi de gerekmez; bu kişi sadece fitre vermek ve kurban kesmekle yükümlüdür.  Zekât malî bir ibadet olup bunun yerine getirilmesinden doğrudan mükellef sorumludur. Ancak İslâm toplumlarında zekâtın toplanıp hak sahiplerine dağıtılması genellikle devlet memurları tarafından yürütülmüştür. Bununla birlikte klasik dönemde zekâta tabi mallar, “açık mallar (hayvanlar, toprak ürünleri, madenler)” ve “gizli mallar (altın, gümüş, paralar, ticaret malları)” şeklinde bir ayırıma tabi tutulmuş açık malların zekâtının devlet, gizli malların zekâtının ise mükellef tarafından ödenmesi şeklinde bir uygulama yerleşmiştir.  Farz oluş şartları gerçekleştiğinde zekâtın verilmesi gerekir. Zekât borcu haklı ve geçerli bir sebep bulunmaksızın geciktirilmemelidir.  Malî ibadetlerin en başında yer alan zekât, İslâm binasının üzerine kurulduğu beş büyük sütundan ve onu karakterize eden en önemli kurumlardan biridir. Kur’ân’a göre zekât vermek, takva sahibi erdemli kimselerle kurtuluşa eren müminlerin özelliklerindendir (Lokman 31/4-5). Zekât, müminleri arındırıp temize çıkarır (Tevbe, 9/103). Allah’ın mescitlerini de ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren kimseler imar edebilir (Tevbe, 9/18).  Zekâtın ibadet yönünün yanında fakirin hakkı olarak birey ve toplum için ahlaki, sosyal ve ekonomik daha birçok yararı vardır. Zekât Allah’ın verdiği nimetlere bir şükür olup, insanı cimrilik, hırs, bencillik gibi ahlaki hastalıklardan arındırıp yüceltir; malını manevi kirlerden temizler, kazancının bereketlendirip artırır; servetin âtıl kalmasını önler; sermayeyi yatırıma zorlar, maddi gücü olmayanlar için sosyal güvence sağlar; sosyal yardımlaşma ve dayanışma ruhunu, kardeşlik duygusunu güçlendirir; toplumda sınıflar arası kutuplaşmayı önler. Zekât teriminin taşıdığı artma ve üreme (nemâ) anlamı dikkat çekicidir. Yoksul zümrelerin eline geçen para her şeyden önce insan onurunu korur, iş gücü kalitesini artırır, bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen umumi talep hacmi ekonomik hayata dinamizm getirir.  Devlete verilen vergi, aynı maldan verilmesi gereken zekât borcunu düşürmez. Zira zekât dinî bir mükellefiyet ve ibadet, vergi ise tamamen dünyevî çerçevede kalan kamusal borç ilişkisidir. Verginin zekâta benzeyen bazı yönleri bulunsa da, vergiden doğan hukukî ilişki bir borç ilişkisidir. Vergi alacaklısı vergi koyma yetkisine sahip kamu kuruluşlarıdır. Vergi borçlusu ise vergi kanunlarına göre kendisine vergi borcu terettüp eden gerçek veya tüzel kişilerdir. Mükellef ödenmesi zorunlu vergi borcunu çıkardıktan sonra zekâta matrah olan servetini hesap edip malî bir ibadet olan zekâtını Allah’ın emrine uyarak, O’nun rızâsına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle yerine getirmelidir.  Zekât verilirken usul ve âdâbına uyarak hareket etmek gerekir. Zekât ibadeti sadece Allah’ın rızâsına kavuşmak için, “başa kakmadan” ve “rahatsız etmeden” yerine getirilmelidir. Eğer zekât aynî, yani mal olarak veriyorsa, bu malın iyi cinsten olmasına özen gösterilmeli, kişi kendisine verilmesini istemediği malları başkalarına zekât olarak vermemelidir. Zekâtın, ihtiyaç sahibi akrabaya ödenmesi daha faziletlidir. Zekât, öncelikle malın bulunduğu yerde yaşayan fakirlere verilmelidir. Ancak o bölgenin dışında fakir akraba veya daha muhtaç kimseler varsa onlara göndermek tercih edilebilir.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/zekat
ZEKÂ TESTLERİ
Emre Şenol Durak
Zekâ testleri bireylerin zekâ düzeylerini hesaplamada kullanılan testlerdir. Zekâ katsayısı (IQ), bireyin zekâsını değerlendirmek için tasarlanmış bir dizi standart test veya alt testten elde edilen toplam puandır. Zekâ ile ilgili çok sayıda tanım ve geliştirilen kuram zekâ testlerinin çeşitliliğini de açıklamaktadır. Psikoloji tarihinde zekâyı açıklama ve ölçmeye yönelik yoğun çaba sarf eden psikolog sayısı azımsanmayacak sayıdadır. Özel ilgiye gereksinim duyan çocukları saptama, bilişsel zorlukları tespit etme, bireylere en üst düzeyde eğitsel ve mesleki seçimler yapma şansı verme, adli konuları aydınlatma, kariyer planlama gibi pratik nedenlerle zekâ testlerine duyulan gereksinim, psikologların mesleki dikkatlerinin ve enerjilerinin büyük bir kısmını zekâ testleri geliştirmeye ya da uygulamaya ayırmalarına yol açmıştır. Zekâ testlerinin pratik nedenlerle kullanımı aynı zamanda tartışmaların kapısını aralamış; sosyal, eğitsel ve etik konular bağlamında entelektüel eleştirileri de beraberinde getirmiştir.  Zekânın tanımına ilişkin çeşitli bakış açıları, zekânın değerlendirilmesi için geliştirilen araçların tarihsel süreç içerisindeki gelişimi ile paralellik gösterir. Zekâ yaşı hesaplanarak zekâ katsayısı belirlenir. Zekâ Yaşı, psikoloji tarihinde ilk geliştirilen zekâ testlerinde ayrı bir öneme sahiptir. Bireyin teste verdiği tepkilere ilişkin performans düzeyinin ortalama ya da tipik olduğu yaş “zekâ yaşı” olarak tanımlanmıştır. Örneğin on yaşındaki bir çocuk belirli bir zekâ testindeki normlara (bireyin testten aldığı puanın aynı testi alan diğerlerinin puanıyla karşılaştırılmasına imkân veren standartlar) göre 12 yaşındaki bir çocuğun performansını gösterirse bu çocuğun kronolojik yaşı 10, zekâ yaşı 12’dir. Bu çocuğun zekâ katsayısı 120 olarak hesaplanacaktır (IQ = 12/10 X 100 = 120) Sir Francis Galton (ö. 1911) tarafından geliştirilen ilk zekâ testi, bireylerin baş-beyin çevresi büyüklüğü ve şekli ile zekâ arasındaki ilişki varsayımından hareket eder. Yüksek sosyo-ekonomik düzeye sahip aileleri ayrıcalıklı kılan, genetik olarak belirlenmiş olan kafa yapısı ve beyin büyüklüğünün zekâ ile de ilişkili olduğu varsayımına dayalıdır. Bu yöntem, hesaplamaların yanlışlığı ile yoğun eleştiri almış ancak zekânın nesnel olarak ölçülebileceği ile ilgili yeni fikirlerin üretilmesinde öncü olmuştur. Simon ve Binet Testi (1904): Alfred Binet (ö. 1911) ve Theodero Simon (ö. 1961) tarafından geliştirilen zekâ testi Fransız eğitim sistemi içerisinde zekâ seviyesi yaşıtlarından düşük olan çocukları değerlendirmek üzere kullanılmıştır. Mantıksal çıkarımlarda bulunma, nesneleri isimlendirme ve kafiyeli kelimeleri bulma gibi görevlerde her yaş grubundaki çocukların verdiği ‘parlak’ ve ‘vasat’ tepkilerin neler olduğunun belirlenmesi zekâ katsayısı hesaplanmasında kullanılmıştır.  Çocuklar için Wechsler Zekâ Testleri (WISC) ise beş - on beş yaş arası çocukların zekâ düzeyini belirlemek için David Wechsler (ö. 1981) tarafından 1949 yılında Wechsler-Bellevue Zekâ Testinin uyarlamasıyla geliştirilen WISC alt testler ve bu alt testlere ilişkin performans puanlarının toplanmasından oluşur. Testte, genel bilgi, aritmetik, kelime dağarcığı, kavrama, resim tamamlama, blok düzenleme, benzerlikler oluşturma, kodlama, resim düzenleme ve benzerlikler oluşturma gibi bilişsel becerileri içeren on alt test içermektedir. Yetişkinler için Wechsler Zekâ Testi, David Wechsler tarafından 1955 yılında yetişkinlerin ve ergenlerin zekâ düzeyini ölçmek için kullanılan başlıca klinik araçtır. Bebeklerin ve çocukların gelişimsel özelliklerini belirlemek için Gesell Gelişim Programları ve Bayley Bebek Gelişimi Ölçekleri kullanılır. Bu araçlar, üç yaşından küçük çocuklarda zihinsel sınırlamaları değerlendirilirken kullanılabilir. Gessel Gelişim Programları kaba motor, ince motor, dil ve kişisel-sosyal davranış dâhil beş ana davranış alanı değerlendirilir. Veriler, çocuğun standart oyuncaklara ve uyaran nesnelere verdiği yanıtların gözlemlenmesi ve çocuğa bakım veren kişilerden bilgi toplanmasıyla elde edilir.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/zeka_testleri
ZİHİN FELSEFESİ
Çetin Türkyılmaz
Zihin felsefesi, genel olarak adına “zihin” (mind) dediğimiz fenomeni zihin-beden ilişkisi çerçevesinde ele alan ve bu çerçevede zihin ile bağlantılı duyum, öznel deneyim, yatkınlık, bilinç, zekâ gibi kavramları enine boyuna inceleyen bir felsefe disiplinidir. Zihin felsefesinin konuları, felsefede oldukça eski bir disiplin olan bilgi teorisiyle (epistemoloji) yer yer kesişse de 20. yüzyılda bağımsız bir alan olarak kendisini göstermiştir. Zihin felsefesi Gilbert Ryle’ın (ö. 1976) 1949 tarihli Zihin Kavramı adlı yapıtının yayınlanmasından sonra, analitik felsefe geleneği içinde bağımsız bir felsefe disiplini olarak ortaya çıkmıştır. Bu disiplinin genel olarak bilgi felsefesi (epistemoloji) ve psikoloji felsefesi alanı çerçevesinde oldukça eski bir tarihi olduğu, köklerinin Platon (ö. MÖ 348/7) ve Aristoteles’e (ö. MÖ 322) kadar uzandığı bilinmekle birlikte, 20 Yüzyılda ortaya çıkan zihin felsefesinin özellikle Descartes’taki zihin-beden (mens-corpus) düalizmi bağlamında gelişen sorunu kendisine hareket noktası olarak aldığı söylenebilir.  Descartes’ta (ö. 1650) biri diğerine indirgenemeyen ama bağlantılı olduğu da düşünülen iki töz olarak zihin ve beden ilişkisi çerçevesinde beliren sorun, Descartes sonrası felsefede çeşitli şekillerde çözülmeye çalışılacak ve buna göre çeşitli akımlar ortaya çıkacaktır. Örneğin zihin felsefesi alanındaki akımlardan idealizm (Berkeley, Hegel), zihin ve beden şeklinde iki ayrı töz olduğu fikrini reddedip bedenin varlığını zihne indirgerken, materyalizm ya da başka bir adlandırmayla fizikalizm bizim tüm zihinsel süreçlerimizi bedenin zihinle ilişkili kısmına yani beyne indirgemektedir.  Böylece ortaya özellikle Descartes tarafından savunulan töz düalizmi ve Descartes sonrasında ise idealizm ve materyalizm olmak üzere üç ana akım çıkmaktadır. Bunların yanında hem zihnin hem de bedenin tek bir gerçekliğin iki yüzü olduğunu savunan çift yüz teorisi (Spinoza, Russell); Ryle ile Wittgenstein tarafından savunulan, Descartes’ın zihin-beden ilişkisini “makinedeki hayalet” olarak değerlendirip eleştiren ve zihinsel süreçleri çeşitli şekillerde dışsallaştırılmış davranış biçimleriyle açıklamaya çalışan mantıksal davranışçılık görüşünü; zihin-beden düalizmini bir sorun olarak bir tarafa bırakıp, zihinsel süreçleri çeşitli girdiler (input), işlemler ve çıktılar (output) şeklinde iş gören unsurlar ya da işlevler olarak değerlendiren işlevselcilik görüşünü (Lewis, Putnam); bütün zihin faaliyetlerini nöro-fizyolojik süreçlerle açıklamaya çalışan eleyici materyalizm (Patricia ve Paul Churchland) ve öznel deneyimlerin indirgenemezliğini savunan nitelik düalizmi görüşünü (T. Nadler) bu alanın öne çıkan görüşleri olarak sayabiliriz.  Yukarıda belirttiğimiz zihin-beden sorunu çerçevesinde, ayrıca, bilinç sorunu ve öznel deneyimlerin niteliği (qualia) sorunu da öne çıkan sorunlar olarak bu alandaki tartışmaları şekillendirmektedir. Bilinç sorunu çerçevesinde başvurulan yönelimsellik (intentionality) kavramı da bu alanı Husserl tarafından geliştirilmiş olan Fenomenoloji akımına bağlamaktadır.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/zihin_felsefesi
ZİHİNSEL GELİŞİM BOZUKLUKLARI
Ilgın Gökler Danışman
Çocukluk döneminde başlayan ve zihinsel zorlukların yanı sıra, kavramsal, sosyal ve gündelik yaşam pratiğinde yaşanan zorluklarla karakterize bir nörogelişimsel bozukluktur. Genel zihinsel becerilerde üç temel boyutta uyumu güçleştiren bozulmaları içerir. Bu boyutlar kişinin günlük yaşamdaki görevlerin üstesinden gelmedeki yeterliliğini yansıtmaktadır. Kavramsal boyut, bellek, mantık yürütme, genel bilgi, dil, okuma-yazma ve matematik becerileriyle ilişkilidir. Sosyal boyut, bireyin kişiler arası iletişim, arkadaşlık ilişkileri kurma ve sürdürme, empati, sosyal yargılama becerisi ve benzer alanlardaki kapasitesini temsil etmektedir. Pratik boyut ise öz bakım, sağlık, günlük rutinler, iş ve okulla ilgili görevlerin düzenlenmesi, paranın kullanımı, boş zaman etkinlikleri gibi alanlarda kendini yönetebilme becerilerini kapsamaktadır.  Daha önce ‘zekâ geriliği’ ya da “zihinsel gerilik” (mental retardasyon) olarak isimlendirilen bu bozukluk için, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’nın son sürümü olan DSM-5’le birlikte zihinsel gelişim bozukluğu/zihinsel engellilik (intellectual developmental disorder/intellectual disability) terimleri kullanılmaya başlanmıştır. Dünya Sağlık Örgütü’nün yayımladığı Uluslararası Hastalıkların Sınıflandırılmasının son sürümü ICD-11’de de benzer bir değişiklik yapılmıştır. Terminolojideki bu değişimin temel gerekçesi, kullanılan dilde, bu zihinsel koşula sahip bireyleri etiketleme potansiyeli taşıyan olumsuz çağrışımı ortadan kaldırmak olmuştur. Ayrıca, bozukluğun en yaygın kullanılan iki tanısal sistemde de nörogelişimsel bozukluklar kategorisi altında sınıflandırılıyor olması, bu engellilik durumunun gelişimsel bir sağlık sorunu olduğunun vurgulanması açısından önem taşımaktadır.  DSM-5’te, zihinsel gelişim bozukluğu tanısı koymak için karşılanması gereken üç ölçüt belirtilmiştir. Bunlardan ilki, zihinsel işleyişte klinik değerlendirme ve standardize edilmiş zekâ testleri ile de doğrulanmış bir bozulmanın olmasıdır. Zihinsel işleyişteki bu bozulmanın mantık yürütme, yargılama, sorun çözme, plan yapma, soyut düşünme, akademik ve yaşantısal öğrenme gibi alanlarda kendini göstermesi beklenmektedir. İkinci ölçüt uyuma yönelik işlevsellikte bozulmanın ortaya çıkmasıdır. Bu bozulma, kişinin yaşı ve sosyokültürel özellikleri gereği kendinden beklenen düzeyde bağımsız davranabilme ve sorumluluk alma becerisi göstermesine engel olacak düzeydedir. Ayrıca, tanı için, bu bozulmaların çocuklukta başlamış olması gerekmektedir. Zihinsel gelişim bozukluğunun etiyolojisinde doğum öncesi (annedeki metabolik sorunlar, hamilelikte toksik maddelere maruz kalınması, enfeksiyonlar, fetüsün gelişimini etkileyen etkenler vb.), doğum sırası (doğumdan önceki 1 hafta ile doğum sonrasındaki 4 haftayı kapsayan zaman diliminde oluşan enfeksiyonlar, oksijen yetersizliği nedeniyle hipoksik/iskemik hasar, erken doğumun yol açtığı komplikasyonlar vb.) ve doğum sonrası (enfeksiyonlar, toksine maruz kalma, merkezi sinir sistemi tümörleri, kazalar vb.) etkenler rol oynamaktadır.  Zihinsel gelişim bozukluğunun değerlendirilmesinde standardize edilmiş zekâ testleri kullanılmaktadır. Normal evrenin yaklaşık iki standart sapma ya da daha fazla altında kalan zekâ bölümü (ZB) puanları (yaklaşık 70 ve altı) zihinsel engelliliğe işaret etmektedir. Ancak DSM-5 ile birlikte zekâ bölümü puanını temel alan bu değerlendirmenin tanı ölçütü olarak kullanılmasından vazgeçilmiştir. Tanının kesinleştirilmesi için klinisyenler tarafından zekânın üç boyutunun (kavramsal, sosyal, pratik) değerlendirilmesi ve zihinsel bozulmanın günlük yaşamı sürdürmek üzere gereken genel zihinsel beceriler üzerindeki etkisinin saptanması gerekmektedir. Özetle tanının koyulmasında, tek başına zekâ bölümü puanını ölçüt almak yerine, uyuma yönelik işlevsellik dikkate alınmaktadır. Zihinsel gelişim bozukluğu genel toplumun yaklaşık yüzde 1’nde görülmektedir; yaygınlığı ise yetişkinlere kıyasla çocuklarda daha yüksektir. Bunun olası nedenleri, zihinsel gelişim bozukluğu olan bireylerin daha kısa süre yaşaması ya da okulla ilişkili zorluklar nedeniyle çocukluk döneminde kliniğe başvuru oranının daha yüksek olması olabilir. Kronik bir rahatsızlık olarak nitelendirilen zihinsel gelişim bozukluğu, sıklıkla depresyon, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ve otizm spektrum bozukluğu ile birlikte görülmektedir. Ayrıca, zihinsel gelişim bozukluğu tanısı alan kişilerin nörogelişimsel etkenler, iletişimde yaşadıkları zorluklar ve sosyal yalıtım nedeniyle psikolojik bozukluklar açısından normal evrenden daha yüksek risk taşıdıkları rapor edilmektedir.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/zihinsel_gelisim_bozukluklari
ZORUNLU EĞİTİM
Burhanettin Dönmez
Zorunlu eğitim, başlama yaşı ve süresi yasayla belirlenen, her çocuğun devam etmek zorunda olduğu eğitimdir. Dünyada zorunlu eğitim, 19. yüzyılın başlarında gündeme gelmiş olup ulus devletle yaşıt bir kavramdır. Modern olarak adlandırılan yeni toplumsal hayat; ekonomik, sosyal ve kültürel yaşantıları, devlet ve birey ilişkilerini, bunların birbirine karşı sorumluluk ve beklentilerini yeniden tanımlamıştır. Yeni devlet ve toplum yapısı, yeni kurumlar ihdas etmiştir. Bunlardan biri de modern ve millî eğitim sistemidir. Temel amaçları, bilginin kaynağı, öznesi, üretim tarzı, meşruiyeti ve aktarımı gibi konularda geleneksel anlayıştan tamamen ayrılan bu eğitim sistemi, modern devletin de harcı olmuştur. Modern devletin işlerlik ve süreklilik kazanabilmesi; toplumu oluşturan bireylerin okuma, yazma, vatandaşlık, vergi, askerlik, oy verme vb. konularda belirli ölçüde bilgili olmasını, devlet ve toplum işlerinden haberdar olmasını, sorumluluklarını öğrenmesini ve yerine getirmesini gerektirmektedir. İşte bu ve benzeri nedenlerle modern devlet, belirli düzeyde eğitimi zorunlu hâle getirmiştir. Dünyada zorunlu eğitim, ilk defa Prusya’da II. Frederik (ö. 1786) döneminde 1763 yılında çıkarılan “Genel Okullar Yönetmeliği” ile 5-13 yaş grubundaki çocuklar için uygulanmıştır. Osmanlı Devleti’nde zorunlu eğitim, II. Mahmut’un (ö. 1839 )1824’te yayımladığı bir fermanla gündeme gelmiş, çocukların mahalle mektebine gönderilmeden önce bir sanat öğrenmeye gönderilmesi yasaklanmıştır. 1847’de dört yıl süreli sıbyan mektebi ve bunun üzerine iki yıl rüştiye mektebi zorunluluğu getirilmiş, 1869 yılında yayımlanan bir nizamname ile ilköğretimin mecburi olmasına karar verilmiştir. 1913’te zorunlu eğitim altı yıla çıkarılmış, 1921’de dört yıla indirilmiş, 1923’te tekrar beş yıla çıkarılmıştır. 1973’te sekiz yıllık zorunlu temel eğitime geçme kararı alınmış ve deneme uygulamaları yapılmıştır. 1997’de, sekiz yıllık kesintisiz zorunlu temel eğitim uygulamasına geçilmiştir.  Sekiz yıllık zorunlu eğitim uygulaması, meslek liselerinin orta kısımlarının kapanmasına yol açması nedeniyle toplumda uzun süre tartışmalara sebep olmuştur. 2012’de zorunlu eğitim sekiz yıldan 12 yıla çıkarılmıştır. Zorunlu eğitim, dört yıl ilkokul, dört yıl ortaokul ve dört yıl da lise olarak düzenlenmiştir. Dünyada zorunlu eğitim, ülkelere göre genel olarak 4-15 yıl arasında sürmekte ve 3-18 yaş dönemlerini kapsamaktadır. Türkiye’de zorunlu eğitimle ilgili tartışmalar, sürenin uzunluğu, lise düzeyinde özellikle de mesleki eğitimde niteliğin düşük olması ve sistemin öğrencileri yükseköğretimin kapısına yığdığı noktasında yoğunlaşmaktadır.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/zorunlu_egitim
ZULÜM
Nasi Aslan
Sözlükte temel anlamı haddi aşmak, bir şeyi kendisine ait olmayan yere koymak manasına gelen zulüm, terim olarak inanç, ahlâk, hukuk ve siyaset alanlarında geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Kısaca, sınırı aşmak, haktan batıla sapma, başkasının mülkünde izinsiz tasarrufta bulunarak zarar vermek, haksızlık yapmak, özellikle güç ve otorite sahiplerinin haksızlık ve adaletsizlik yapması gibi manalara gelmekte olup adaletin zıddıdır.  Kur’ân-ı Kerim’de zulüm kavramı “küfür, şirk” veya “Allah’ın çizdiği itikadî ve amelî sınırları aşma, hükümlerini çiğneme, günah işleme” ve “beşerî ilişkilerde haksızlığa sapma” gibi anlamlarda kullanılmıştır (Bakara, 2/229, 254, 279; Nisâ, 4/10, 30, Talâk, 65/1; Yûsuf, 12/23, 79). Bir kimsenin heva ve arzularına tabi olması kendi nefsine karşı zulüm olduğu gibi başkasına yaptığı haksızlıkların da ahirette cezası olacağından o da sonuçta kendi nefsine karşı bir zulümdür. Bu bağlamda işlenen her bir kötülük ve günahın nefse karşı bir zulüm olduğu düşünülebilir. Kur’ân-ı Kerim’de inkârcıların “zâlim” olarak nitelenmesi (Bakara, 2/254) ve Allah’a şirk koşmanın büyük bir zulüm olduğunun (Lokmân, 31/13) bildirilmesi kulluk edilmeye layık yegâne varlık, insanı yaratan ve sayısız nimetler veren Allah olduğu hâlde onu inkâr etmek veya başka varlıkları ortak koşmak suretiyle haksızlık yapılmasından dolayıdır.  Yüce Allah zulümden münezzeh olup onun kullarına karşı zulmetmesi asla söz konusu değildir (Enfâl 8/51). Bir kudsi hadiste Allah, zulmü kendi zatına haram kıldığı gibi insanlar arasında da yasakladığını belirtir (Müslim, “Birr”, 55).  Haktan sapma, itikadî alanda zulüm olduğu gibi hukuk alanında da zulümdür. Bu bağlamda Allah’ın indirdiği hak kitap ile hükmetmeyen veya onun ahkâmını eşit şekilde uygulamayıp zengin-fakir veya güçlü-zayıf arasında ayrım yaparak kanun önünde eşitlik ilkesini çiğneyenler, Kur’ân’da kâfir, zâlim ve fâsık (bkz. Mâide, 5/44-47) olarak vasıflandırılmıştır. Ayrıca bu tür hususlar Câhiliye uygulamaları (hükmü’l-câhiliye) kapsamında değerlendirilmiştir (Mâide, 5/49-50). Hükmü’l-cahiliye ise İslâm öncesi Arap toplumundaki hukuk alanında zulme dayalı bütün haksız hüküm ve uygulamaların genel bir ismi ve zihniyetin ifadesidir. Bu anlayışa göre o dönemde bir kimsenin işlediği suçtan o kişinin bütün ailesi ve kabilesi sorumlu tutulabiliyordu. Katil olaylarında kısas uygulanırken eğer öldürülen kişi güçlü bir kabileden ise buna karşılık kısas olarak iki kişi öldürülmekteydi. Bu uygulamada hem bir eşitsizlik vardı hem de katilin dışındaki masum bir kimse başkasının işlediği suçtan dolayı cezalandırılmış olmaktaydı. İslâm, insanlar arasında adaleti gözetmeyen bu ve benzeri uygulamaları ortadan kaldırmış, bunun yerine “suç ve cezada şahsilik ilkesini” getirmiştir. Mahkemede hakikati gizleyerek haksız hükme sebep olmak da zulümdür. Hz. Peygamber döneminde işlenen bir hırsızlık suçunun masum bir Yahudi’nin üzerine atılarak gerçek suçlunun bir grup Müslüman tarafından kurtarılmasına dönük teşebbüs, Yüce Allah’ın vahiyle elçisini uyarmasına neden olmuştur. Nitekim nazil olan ayetlerde (Nîsa, 4/105-114) aleyhine hüküm verilmesi söz konusu olan Yahudi’nin suçsuzluğu beyan edilmiş ve suçluyu koruyanlar şiddetle kınanmıştır.  İslâm nazarında beşerî ilişkilerde haksız yere bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar veren fiiller zulüm olarak değerlendirilmiştir. Borçlar hukuku ve malî alanda da kişiyi zarara uğratan her türlü haksızlık (Nisa, 4/29) ve haksız kazanç zulüm olarak nitelenir. Örneğin tefecilik ve faize dayalı kazanç da “Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız” (Bakara, 2/279) ayeti ile zulüm kapsamında değerlendirilmiştir. Yetim malının haksız yere yenilmesi ise sadece zulüm olarak nitelenmemiş ayrıca bu suçu işleyenler cehennem azabıyla da tehdit edilmiştir (Nisa, 4/10). Haksız fiiller açısından borcunu ödememek veya başkasına ait bir hakkı vermemek zulüm olduğu gibi ödeme imkânı olduğu hâlde geciktirilmesi de zulümdür (Buhârî, “Havale”, 1). Hz. Peygamber başkalarına haksızlık ve zulmetmeyi yasakladığı gibi zulme boyun eğmeyi ve haksızlık karşısında tepkisiz kalmayı da yasaklamıştır. Aksine mazluma yardım etmeyi emretmiş ve mazlumun bedduasını almaktan şiddetle sakındırmıştır. İdari ve hukukî alanda liyakat ve adalet ilkesinin ihlali de zulmü doğurur. Kamu görevleriyle ilgili atamalarda ehliyetin gözetilmemesi bireysel anlamda hak eden kimse için zulüm olduğu gibi, doğuracağı zararlı sonuçlar itibarıyla toplum için de bir zulümdür. Hukukî açıdan suç ve ceza arasında dengenin gözetilmemesi de zulme sebebiyet verir. Suça göre ağır ceza bireye zulüm, hafif ceza da caydırıcı olmayıp suça teşvik edeceğinden topluma karşı zulümdür. Netice itibarıyla adaletsizlik zulme, zulüm ise kamu düzeninin bozulmasına yol açar.  Kur’ân ve sünnette adaleti emreden ve zulmü yasaklayan birçok âyet ve hadisin bulunması, iyiliğin emredilmesi ve kötülüğün yasaklanması ilkesinin getirilmesi ve bir hadiste zalim yönetici karşısında adaleti dile getirmenin cihad olarak değerlendirilmesi (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III,19; IV,314) İslâm’ın fert ve toplum hayatında zulme karşı bir zihniyet oluşturmasına ve bunun siyasi hukukî alandaki kurumsal tezahürlerine vesile olmuştur. Hukukta “bir kötülüğün (mefsedet) önlenmesinin bir fayda sağlamaktan daha öncelikli olması”nın genel bir ilke olarak benimsenmesi bu düşüncenin ürünüdür. İslâm medeniyet tarihinde haksızlıkları önlemeye dönük “hisbe teşkilatı” ve genelde idarecilerin yaptığı haksızlık ve zulümleri konu alan “mezâlim mahkemeleri” bunun tipik örneklerini oluşturur.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/zulum
ZİRAAT COĞRAFYASI
Aylin Yaman Kocadağlı
Beşeri Coğrafyanın, ziraî faaliyetlerin mekânsal dağılışını ele alan; bu dağılışın nedenlerini coğrafî faktörlerle ilişkilendirerek açıklayan bir alt çalışma alanıdır. Ziraat Coğrafyası, doğal çevreyle birebir teması gerektiren primer (birincil) ekonomik faaliyetlerden birisi olan ziraî faaliyetlerin coğrafî açıdan incelenmesini kapsamaktadır. Ziraat, yeryüzünde doğal yetişen veya kültüre edilen tohum, sebze, meyve ve hayvansal ürünlerin yetiştirilmesine yönelik faaliyettir. Ziraat kapsamına dâhil edilen faaliyetler; sadece tarlaların ekilip biçilmesi, bahçelerde meyve ağaçları yetiştirilmesi, çeşitli sebzeler üretilmesi değildir. Bunun yanında, bazı mekanlarda köylünün kazancında büyük pay tutan ve kırsal alanlarda sürdürülen bazı ek faaliyetler de mevcuttur ve bunları da ziraat sektörü içinde değerlendirmek gerekmektedir. Mesela akarsular ve göllerde balıkçılık, ziraat sahalarında kurulan havuzlarda balık yetiştiriciliği; genellikle deltalardaki lagünlerde, denizdeki balık sürülerinin girişini sağlayan dalyanlar vasıtasıyla, kefal ve sazan gibi türlerin yetişmesini sağlayan kısmen tabii ortamlarda yapılan balıkçılık ve nihayet kıyılarda köylülere ek gelir sağlamak üzere yapılan kıyı balıkçılığı ziraat sektörü dâhilindedir. Bunun yanında ormanlık sahalarda tabii olarak yetişen kestane, ıhlamur, keçiboynuzu (harnup), defne, kocayemiş, kuşburnu, ada çayı, böğürtlen; otlak ve çayırlarda tabii olarak yetişen kekik, kantaron otu, yabani nane, semizotu vs. de köylüler tarafından toplanmakta ve ek gelir sağlamaktadır. Nihayet ormanlarda köylülerin yakacak odun ihtiyaçlarını gidermeleri için ayrılan noktalar, bunun yanında özellikle kızılçam ormanlarında, belli periyotlarla ağaçlardan reçine elde edilmesi, palamut meşelerinden palamut toplanması vs. gibi faaliyetler de ziraat faaliyetleri arasında zikredilebilir.  Ziraî faaliyetler doğal ortam ile beşer ilişkilerini köklü olarak değiştiren, insanoğlunun medeniyet tarihinde atmış olduğu en önemli adımlardan birisidir. Ziraat sayesinde insanoğlu toplayıcılık devresinden yeni bir yerleşik üretim düzenine ve buna uygun dizayn edilmiş yeni bir toplumsal sisteme geçiş yapmıştır. Paleolitik’in mağara yaşamı, avcılık ve toplayıcılık ekonomisinin yerini, Neolitik’in yerleşik düzeninin yeni ekonomisi olan bitkisel üretim ve hayvancılık almıştır. Böylece köyler, şehirler kurulmuş; belli bir noktada devamlı yerleşilmiş, çevredeki topraklarda ziraat yapılmaya başlanmıştır. Ziraî üretime geçişle insanoğlu doğayı işlemeye, ondan yararlanmaya ve bu suretle yeryüzünde doğal görünümlerin yanında beşerî görünümleri oluşturmaya ve neticede dünyanın coğrafî peyzajını (landscape) değiştirmeye başlamıştır. Şüphesiz ziraat, ekonomik faaliyetler içinde en eski olduğu gibi, en yaygın olanıdır. Ziraat bu özelliğini; beşer tarihinin tarih öncesi ve tarih sonrası tüm çağlarında muhafaza etmiştir ve öyle görünüyor ki devam ettirecektir. Ziraî faaliyetler, başta iklim ve toprak olmak üzere, her şeyden önce doğal çevre faktörlerinin etkisi altındadır. Günümüzde gelişen teknolojiye rağmen doğa koşullarına bağlı oluş ziraatın başlıca özelliğidir. Doğal ortam şartları yeryüzünde ziraî faaliyetlerin genel karakterini tayin etmekte; mekânsal dağılışına yön vermektedir. Yeryüzünün başta iklim ve toprak özelliklerindeki bölgesel farklılıkları, farklı ziraî kuşakları (bölgeleri) oluşmaktadır. Yeryüzünde iklim özelliklerinin tayin ettiği makro iklim kuşakları yer almakta ve bu kuşakların sahip olduğu özelliklere göre şekillenen ziraat kuşakları ortaya çıkmaktadır. Ziraat Coğrafyası açısından her iki yarımküredeki ziraat faaliyetlerini esas itibarıyla dört büyük kuşak içinde toplamak mümkündür. Kutuplardan ekvatora doğru bunlar Soğuk kuşaklar, Mutedil (Ilıman) kuşaklar, Kurak ve Yarıkurak kuşaklar ve Sıcak kuşak olmak üzere ayrılmaktadır.  Soğuk Kuşak, en soğuk ay ortalaması 10º ve altında olan kuşaktır. Kuzey ve Güney Kutup bölgelerine komşu olan bu kuşaklarda, ziraat faaliyetleri yoğun değildir. Genellikle kısa süren yaz mevsiminde kar örtüsü yer yer kalkar ve toprak üzerinde; yosunlar, likenler ve cılız, seyrek bir ot örtüsü belirir ve bu otsu formasyonlar, Ren geyiklerinin otlak alanlarıdır. Soğuk kuşaklardan ekvatora doğru Orta İklim Kuşakları yer almaktadır. Yeryüzünde kuzey yarıkürede, karaların yüzölçümü denizlerden fazla olduğundan dolayı, orta iklim kuşağı daha geniş sahalara yayılır ve orta iklim kuşakları ziraat coğrafyası bakımından dünyanın ileri ziraat sistemleri uygulanan ve genellikle makineli ziraat yapılan alanlarına tekabül etmektedir. Ayrıca bu kuşakta ziraat faaliyetleri yazlık ve kışlık olmak üzere, çeşitlidir; buğday, yulaf, çavdar, arpa, ve şeker pancarı yetiştiriciliği hakimdir. Kurak ve Yarıkurak Kuşaklar, dönenceler ve çevresinde yer almaktadır. Bu kuşaklarda ziraat faaliyetleri ancak akarsu boylarında, deltalarda ve havza tabanlarında (vahalarda) yoğunluk kazanmaktadır. Su kaynakları kıt ve ekili-dikili ziraat sahaları kısıtlıdır. Bu bölgelerden ekvatora doğru Sıcak Kuşakta, yıllık sıcaklık ortalaması 20º nin altına düşmemektedir. Genellikle vejetatif hayat bütün yıl devam etmekte; bu sebeple senenin tüm aylarında ziraat faaliyeti ara vermeden sürebilmektedir. Görüldüğü gibi, fiziki çevre faktörlerinin ziraî faaliyetler üzerindeki etkisi oldukça barizdir ve ziraat ana çizgileri dâhilinde, bu etkinin damgasını taşımaktadır. Ancak burada unutulmaması gereken husus, doğanın insanoğluna ziraî faaliyetleri gerçekleştirmesi için uygun doğal ortamları yarattığı; ancak bu potansiyeli değerlendirecek, kullanımına yön verecek, karar alma süreçlerini yönetecek olanın insanoğlu olduğu gerçeğidir. Bu nedenle beşerî hususları (iş gücü, sermaye, ziraî kültür, teknoloji, pazar, ulaşım gibi) hesaba katmadan ziraî faaliyetleri iyice anlamak ve ilmî izahını yapmak mümkün değildir. Özellikle günümüzde gittikçe küreselleşen dünyada ziraî faaliyetlerin türü ve dağılışı üzerinde ulusal ve uluslararası siyasi etkiler, pazar koşulları gibi beşerî faktörler çok daha etkili olabilmektedir. Dolayısıyla ziraî faaliyetler incelenirken doğal ortam özelliklerinin yanı sıra beşerî faktörlerin de çok iyi analiz edilmesi gerekmektedir.  Mekânın doğal ve beşerî özellikleriyle bağlantılı olarak yeryüzünde ziraî faaliyetlerde büyük bir çeşitlilik söz konusudur. Bu çeşitliliği bitki ve hayvansal ürünlerde, kullanılan alet ve uygulanan yöntemlerde, elde edilen ürünün kalitesi ve miktarında, kendi ailelerinin ihtiyacını karşılamak için geçim tipi tarımdan ticari tarım tipine kadar üretim sürecinin esas amacında gözlemlemek mümkündür. Günümüzde yeryüzündeki ziraî faaliyetlerde en ilkel ziraat şekillerinden en ileri ziraat şekillerine kadar farklı çeşitlilikte sistemlere rastlanmaktadır. Geleneksel üretim biçimlerinin hâkim, uygulanan yöntemler ve kullanılan teknolojilerin oldukça ilkel olduğu, ziraî girdi kullanımının (tohum, gübre, ilaç gibi) çok az ya da hiç olmadığı; sonuçta bitkisel ve hayvansal üretimde verimin çok düşük olduğu sisteme ekstansif ziraat denilmektedir. Maksimum verim gayesini güden entansif ziraat sisteminde ise verimi arttırmak için modern yöntemler ve teknolojiler kullanılmakta, üretimi destekleyici bütün ziraî girdilerden azamî derecede yararlanılmaktadır.  Dünya nüfusu hızla artmakta; fakat ziraat sahalarının genişlemesi, artık son sınırına erişmiş bulunmaktadır. Başta hava şartlarındaki kuraklıklar veya aşırı yağışlar ve bunun oluşturduğu ürün verimlerindeki düşüşler; özellikle kurak ve yarıkurak kuşaklar ile sıcak iklim kuşağının bazı kısımlarında, kıtlıklara zemin hazırlamaktadır. Böylece dünyada açlık ve kıtlıklar eskiye nazaran daha belirgin hâle gelmekte ve büyük sıkıntılara yol açmaktadır. Bunun yanında zamanla daha da belirgin hâle gelmeye başlayan dünya beslenme sorunu da, beşerin geleceğini gittikçe tehdit eden bir meseleyi oluşturmaktadır. Gerçekten dünya büyük ve içinden çıkılamaz bir problemle karşı karşıya kalmış bulunmaktadır. Şüphesiz bu çok ciddi, çok karmaşık ve çözümü çok zor bir meseledir ve dünya toplumunu sadece ekonomik bakımdan değil, çok çeşitli yönlerden gelecekte çok meşgul edecektir. Elbette beslenme meselesinin; çok çeşitli sosyal, ekonomik ve politik boyutları bulunmaktadır. Fakat meseleye ziraat coğrafyası bakımından yaklaşırsak, bazı çözüm önerileri sunulabilir. Her şeyden önce yeryüzünde beşerin beslenme meselesine çözüm getirebilecek potansiyel ziraat alanları bulundurması bakımından kurak ve yarıkurak kuşaklar ile sıcak kuşak avantajlı durumdadır. Kurak ve yarıkurak kuşaklarda su kaynaklarını çeşitli yöntemlerle arttırma, daha değişik sulama metotları uygulayarak daha etkili sulama yöntemlerini tatbik etmek suretiyle, hem ekili ve dikili alanlar genişletilebilir hem de ziraatte verim arttırılabilir. Sıcak kuşakta mevcut ziraat sahalarında daha entansif ziraat metotları, ara ziraat, rotasyon vs. uygulanabilir. Ayrıca ne sıcak kuşağın ne de Dünya’nın ekolojik dengesini bozmadan ve buna özen göstererek; eski özelliğini kaybetmiş ve verimden düşmüş korular ve seyrek ağaçlı sahalar, daha ziyade ekonomik değeri yüksek kültür ağaçları yetiştirilmek ve ağaç sıralarının arasında, başta pirinç, mısır, koca darı vs. gibi ürünlerin ziraatı yapılarak, senede iki ve hatta iyi bir rotasyonla üç ürün almak suretiyle, beslenme meselesine çok önemli katkılar sağlamak imkân dahilindedir.  Ziraat sistemlerinin geliştirilmesi, verimin yükseltilmesi, ara ziraat metotlarının yaygınlaştırılması, tohum, fide ve fidanlarda sertifikasyona gidilmesi, coğrafî muhitle uyumlu ürün deseninin belirlenmesi, yetiştirilen ürünlerin iyi pazarlanması, ziraat sahalarında hasat edilen ürünlerin sanayi sektörüne dahil edilerek işlenmesi ve katma değerinin arttırılması; günümüzde ziraat sektörünün en önemli meseleleridir. Hem memleketimizde hem de dünyada önemle ve öncelikle üzerinde durulması gereken bir husustur. Ziraat sahalarından elde edilen mahsulün, sanayi tesislerinde işlenerek mamul hâle getirilmesi, tarla-bahçe ile fabrika arasındaki senkronik çalışmanın; birliktelik ve beraberliğin sağlanması gerekmektedir. Mesela kauçuk plantasyonlarında elde edilen lateks, lastik sanayi tarafından değerine satın alınarak, işlenmektedir. Afrika’da elde edilen kakao, çeşitli ülkelerdeki çikolata fabrikaları ve firmaları tarafından hemen değerlendirilmekte ve çiftçi mahsulünü değerine pazarlama imkânını elde etmektedir.  Türkiye’de de yetiştirilen çok çeşitli mahsuller, hasadı takiben sanayi ve ticaret sektörleri tarafından, tatminkâr bir değerle çiftçiden alınarak, mağdur edilmemelidir. Memleketimizde bu hizmeti gören bazı kamu ve özel kuruluşlar mevcuttur. Bunların elde edilen ürüne göre; bir nevi ziraat, sanayi ve ticaret hizmetlerini içeren faaliyet zinciri içinde beraber ve birlikte planlaması elzemdir. Eğer Türkiye’de de bu sistem kurulabilir ve beraberlik sağlanır ise ziraat hayatı çok daha canlanacak, elde edilen mahsullerin verim ve kalitesi artacak; hatta kırdan şehire göç duracak; bilakis şehirden kırlara dönüş başlayacaktır.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/ziraat_cografyasi
ZÜHD
Semih CEYHAN
Sözlükte temel anlamı “terk etmek, ilgi göstermemek, yüz çevirmek, azla yetinmek” anlamlarına gelen zühd kelimesi insanın Allah’a yönelerek dünyaya dönük tutkulardan kendini alıkoyma çabasını ifade eder. Sade bir hayat yaşama, bedeni zevkler peşinde koşmama, nefsin arzularına gem vurma ve bu yolla doğru bilgiye ulaşma amacı bir yorum biçimi ve davranış tarzı olarak zühdün bütün dinlerde ortaya çıkma sebebidir. Bu tür bir hayat tarzını benimseyen kişiye “zahit” denir. Hayat boyunca dünyadan tamamen el etek çekmek, insanlarla iletişimi koparmak, huzur ve sükunu yalnızlıkta bulmak anlamındaki ruhbanlığın tavsiye edilmediği İslâm’da, zühdün gerçek çerçevesi halk içinde Hak ile birlikte olmaya gayret sarfetmek şeklinde çizilmiştir. Bununla birlikte insanlara daha faydalı olma gayesiyle, nefsin tezkiye ve tasfiyesi için kısıtlı süreler dahilinde toplumdan uzaklaşma (halvet, inziva, itikâf, uzlet) dinî bir tutum olarak intikal etmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in ve ilk neslin hayat tarzı zühd kavramının ahlaki içeriğini derinleştirmiştir.  Tarih boyunca kurtuluşa ve hakikate ermek için bireyin düşük değerli olandan yüz çevirip (terk), yüksek değer ifade eden olgu ve anlamlara yönelmesi (rağbet), bir davranış tarzı ve yorum biçimi olarak zühdün evrensel açılımlarını, farklı kültürlerdeki tezahürlerini göz önünde bulundurmayı gerektirir. Bir şeyin bizatihi terki ile zühd tavrı ortaya çıkmaz. Terk rağbeti gerektirir. Terk ve rağbette iki şart söz konusudur: Terk edilen şeyde iyi bir yönün bulunması, değerden bağımsız olmaması, rağbet edilen şeyin terk edilenden daha iyi ve değer yüklü kabul edilmesi. Taş, toprak gibi değerden bağımsız şeylere yönelik terk fiili zühd adını almaz. Öte yandan terk ve rağbet, iradî yönelimi zorunlu kılar. Zühd, seçimli, bilinçli ve amaçlı bir tavır olarak, insanın tüm ahlâkî erdemleri kuşanmasına, hakikat bilgisine ermesine dayanak teşkil edecek terk-rağbet yönelimli eylemler bütününün kuşatıcı kümesi olarak görülebilir. İslâmî gelenekte bu kavram genellikle dünyaya ve bileşenlerine karşı olumsuz tutumların bütününü ifade edecek şekilde kullanılır. Terke konu olan dünya değersiz ve mutlak kötü değil, ahirete nispetle daha az iyi ve düşük değerli şeklinde algılanmıştır. Zühdün belli başlı tezahürleri şunlardır: Dünya malına, makam ve mevkiye, şan ve şöhrete önem vermeme; nefsi dizginleme, bedensel hazlardan ve arzu nesnelerinden uzak durma, sahip olma güdüsünden yüz çevirme, materyalist ve menfaat merkezli eylemlerden kaçınma, azla yetinme, kanaatkâr olma, ahiret için hayırlı işlere yönelme, çokça ibadet için Hak’la birlikte olma, uzlet, halvet ve inzivayı sevme. Geçici, sonlu ve az hayırlı olandan yüz çevirip; kalıcı, sonsuz ve daha hayırlı olanı tercih etmeyi teşvik eden âyetler, Hz. Peygamber’in öncülüğünde ilk ve sonraki nesil Müslümanların zâhidâne hayat tarzında belirgin hâle gelmiş, kavramın ahlâkî muhtevası derinleştirilmiş, zühd İslâm toplumunda gerçekçi ve samimi dindarlığın sembolü hâline gelmiştir. Zühd, İslâm tarihinde dinî idealleri gerçekleştirmede, moral değerleri hayat tarzıyla bütünleştirmede bir duyarlılık ilkesi olarak benimsenmiş ve süreç içerisinde toplumsal bir harekete evirilmiştir. Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan askerî, siyasî ve sosyal gelişmelerin, ganimet mallarının artışıyla maddî refah seviyesindeki yükselişin, dünyaya mutlak bağlılığın ve değer dünyasındaki başıbozukluğun etkisiyle, sahabe neslinden sonraki tâbiîn zümresinin ileri gelenlerinin peygamber nesline uyarak zühd hayatına yönelmesi, zühd hareketinin hicri II. Asır ve sonrasında Basra-Kûfe-Şam-Bağdat-Horasan hattında yaygınlık kazanmasını sağlamış, bu hareketin öncüleri “mutasavvıf” diye anılmış, takip ettikleri yol da “tasavvuf” adını almıştır. Bu sebeple erken dönemde ana akım zühd hareketi tasavvuf disiplininin kendi içinden doğuşuna kaynaklık eder.  Sufiler nezdinde zühd, terkedilen şeye göre kategorize edilir. Zühdün ilk derecesi dinin yasakladığı haramları terk etmek; ikincisi, şüpheli şeylerden uzak durmak (verâ); üçüncüsü, yapılıp yapılmamasına izin verilen hususları (mubah) terk etmektir. Azimet ehlinin zühdü, Hz. Peygamber’in yaptığı gibi yemede, konuşmada, uyumada vs. her tür çokluktan kaçınıp azla yetinmektir. Tasavvufta zühd eyleminin tek başına tatbiki bazı faydalar sağlasa da, bedenî mizacın ve bununla irtibatlı ruhani hâlin bozulması tehlikesine yol açabileceğinden, eylemin ileriki aşamalarında beden ve ruhta tasarrufa ehil bir mürşide ihtiyaç zorunlu görülmüştür. Bu açıdan zühd eylemi tasavvuf kurumları içerisinde belli bir sistematik bütünlüğe kavuşmuş, adap ve erkân düzenlemesi içerisinde sınırları ve yönü tayin edilmiş, böylelikle zühd eylemi riyazet pratikleri olarak disipline edilmiştir. Zühd sûfîler tarafından aşamalı biçimde dünyanın (terk-i dünya), ahiretin (terk-i ukba), varlığın (terk-i hestî) ve terkin terki (terk-i terk) şeklinde klişeleştirilmiştir. Terk-i terk makamı insanın kendinde hiçbir fiil görmemesi, bütün fiillerin fâilinin Allah olduğunu idrak etmesidir. Bu anlamda ahlakî kemale ulaşmayı sağlayan zühdün kendisi de zühde konu edilmiş, gerçek zühd Allah’a tam muhtaçlık manasındaki “fakr” hâliyle yorumlanmıştır. İnsanın kendisinde benliği hatırlatacak hiçbir şey kalmayıncaya kadar mutlak bir teslimiyet içinde olması zühtten beklenen nihai gayedir. Bu amacın gerçekleşmesiyle hakiki tevhide erilir. Zühdiyyât edebiyatı, söz konusu zühdün aşamalarını dikkate alarak zahit ve rint meşrep âşık prototiplerini üretmiştir. Terk fiilinin kendisiyle perdelenen kaba sofu zahit tipolojisinin karşısında, rağbetinin ve muhabbetinin anlamını kavramış, her türden terkin ikiliği doğuracağı düşüncesiyle terki terk edip (ez-zühd ani’z-zühd) birliğe ermiş âşık ve muvahhit kimliğini konumlandırmıştır. Dinî literatür zühd ameliyesinin bireysel açımlarını tahlil ederken toplumsal yapılanmanın sağlıklı ve dinamik karakterini bozacak bir yorumda bulunmaktan kaçınmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in zenginleşmeyi ve serveti reddetmemesi, dürüst ve güvenilir tâcirin âhirette nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraber olacağını müjdelemesi, ashabına dünyadan tamamıyla el etek çekme anlamındaki ruhbanlığı tavsiye etmemesi, dünyada helalinden mal kazanmayı ve malı insanlık yararına infak etmeyi emretmesi zühdün içeriğine dahil edilmiştir. Dilde zühd zikir, bedende zühd namaz, malda zühd zekât olarak görülmüştür. Mutasavvıflar zühdü dünyayı elde bulundurmama değil kalbe sokmama şeklinde yorumlamışlardır.
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/zuhd