Dataset Viewer
baslik
stringlengths 2
57
| yazar
stringlengths 8
48
| makale_metni
stringlengths 1.06k
20k
| url
stringlengths 49
102
|
|---|---|---|---|
ALAN / SAHA ARAŞTIRMASI
|
Haluk Zülfikar
|
Araştırmada, veri elde etme sürecinin verinin elde edileceği elemanın (bir diğer ifadeyle gözlem elemanının) bulunduğu ortamda bizzat bulunularak gerçekleştirildiği araştırma tekniğine verilen isimdir. Veri, “veri kaynağı” bulunduğu ortamdan ayrılmadan ve/veya doğal ortamında iken bizzat kendisinden elde edilir. Bu özelliği ile hem “Gözlem Kapsamlı Araştırma Yaklaşımı” hem de “Deney Kapsamlı Araştırma Yaklaşımı” çerçevesinde kullanılabilen bir tekniktir. Bu bağlamda veri elde edilme sürecinde, genellikle veri kaynağına müdahale edilmezken, müdahalenin söz konusu tasarımlarla da uygulanabilir. Teknik genellikle, tüm araştırma yaklaşım, tür ve yöntemlerinde “Veri Toplama Aşaması” düşünülerek uygulanır. Bu kapsamda genellikle uygulamalarda “Saha / Alan Çalışması” olarak da tanımlanabilmekte veya isimlendirilmektedir. Araştırmadan elde edilmesi istenen verinin tür ve yapısına göre “Nicel Araştırma”, “Nitel Araştırma” veya “Karma Araştırma” yöntemlerinin her birinde kullanılması mümkündür. Tüm veri türlerinin elde edilmesinin yanı sıra düzenlenmesinde de kullanılabilir. Dolayısıyla gerek verinin elde edilişi gerekse düzenlenmesi süreçlerinde, farklı materyal veya teknolojik uygulama tercihine imkân tanıyabilmektedir.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/alan_saha_arastirmasi
|
BASIN
|
Erdal Dağtaş
|
Belli bir coğrafyada ve zamanda süreli ve periyodik olarak yayımlanan gazete, dergi, bülten vb. basılı yayınların bütünü. Haberlerin dağıtım alanı ve içeriğine göre yerel/bölgesel basın, yaygın/ulusal basın ve uluslararası basın ayrımı yapılmaktadır. Basının ortaya çıkışında toplumsal önkoşulların tarihsel olarak olgunlaşması gerekmiştir. Bu koşullardan birincisi, yazılı-basılı iletilerin geniş okurlara sunulabilmesine olanak tanıyacak yeterli üretim girdisinin (kâğıdın ve mürekkebin) üretilebilmesidir. Ayrıca, üretilen kâğıdı işleyebilecek basım tekniklerinin, eş deyişle, matbaanın ortaya çıkmasıdır. İkincisi, gazeteleri tüketecek belli bir gelir seviyesine sahip bir alıcı kitlenin oluşmasıdır. Üçüncüsü ise bu tüketici kitlenin okumayı bilmesi ve kentleşme gibi, okuma merakını geliştirecek toplumsal koşulların ve güdülerin ortaya çıkmasıdır. Basın ürünlerinin düzenli zaman aralıklarıyla yayımlanmasında kâğıt, mürekkep ve matbaanın icat edilmesi ile basım teknolojilerinin gelişmesi etkili olmuştur. Modern matbaanın icadından önce blok baskı tekniği kullanılmaktaydı. Kâğıdın icadının blok baskı tekniği ile birleşmesinin bir sonucu olarak, bilginin seri üretimi olanaklı hâle geldi. Blok baskı tekniğinin önüne geçen teknolojik ilerleme ise ayrılabilir harflerle baskıların yapılması oldu. Bu gelişme, bugün modern matbaacılığın da kurucusu olarak anılan Johannes Gutenberg’in çalışmalarıyla mümkün oldu. Gutenberg matbaası olarak da bilinen değiştirilebilir harflerle basım, her harfin ayrı metal kalıplara basılmasını ve bu harflerin basılmak istenen kelimeleri, cümleleri oluşturacak şekilde dizilmesini olanaklı kılmaktaydı. Gutenberg’in 1438’de prototipini ürettiği matbaa makinesinin yanı sıra Avrupa’da kâğıt ve mürekkep imalatının da gelişmesi, haber üretimini ve dağıtımını kolaylaştıran yeni olanaklar sunmuştur. Avrupa’da sayıları artan baskı makineleri, bilgiyi Kilise’nin ve ruhban sınıfının tekelinden koparmış; böylece bilginin çoğalmasını ve yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bilginin daha hızlı ve geniş kitlelere yayılması, Rönesans ve Reform hareketlerinde önemli rol oynamıştır. Fikirlerin yayılmasının aracı olan basın, demokrasi mücadelesinde önemli bir rol oynarken sanayileşme ve kentleşmenin getirdiği artan hız nedeniyle ticarileşmenin de bir aracı hâline gelmiştir. Bir başka deyişle, basının tarihsel gelişimi hem siyasal hem de ekonomik düzlemde verilen hak mücadeleleriyle gerçekleşmiştir. Matbaanın da etkisiyle, uzak coğrafyalarda olan bitenler hakkında bilgiler içeren basılı ürünler üretilmeye başlanmıştır. Haber mektupları zamanla haber kâğıtları biçimini alırken 17. yüzyılın başlarında ilk gazete örnekleri ortaya çıkmıştır. 1605 yılında Hollanda’nın Anvers kentinde belirli aralıklarla yayımlanan Nieuwe Tydinghen isimli gazeteyi, Avrupa’nın farklı kentlerinde düzenli şekilde yayımlanmaya başlayan çok sayıda gazete izlemiştir. Bu süreli yayınlar 1650’den sonra Almanya’da günlük yayınlara dönüşmüş, bunları 1695 yılında İngiltere’de, 1775’te ABD’de, 1777’de de Fransa’da yayımlanan günlük gazeteler izlemiştir. 19. yüzyılda baskı makinelerinin giderek gelişmesinin bir sonucu olarak, büyük şehirlerde gazete tirajları 100 bine yaklaşmıştır. Böylece, reklam ve ilân gelirleri de elde etmeye başlayan gazetelerin satış fiyatları ucuzlamaya başlamıştır. 17. ve 18. yüzyıllarda burjuva kamusal alanının oluşumunda Jürgen Habermas’ın da vurguladığı gibi, fikir basını özelliklerini taşıyan gazete ve dergiler öncü rol üstlenmiştir. Özellikle eleştirel, rasyonel ve ortak iyiye dayalı bir kamusal alanın oluşmasında fikir basını merkezî bir önemdedir. Bununla birlikte, 18. yüzyılda şekillenmeye başlayan ve 19. yüzyılda yüksek tirajlara ulaşan, farklı toplumsal grupların, özellikle işçi sınıfının hak arayışını gündemine alan, radikal basın kapsamında değerlendirilebilecek gazete ve dergiler de günümüz alternatif medyasının ilk örneklerini oluşturmuştur. “Sarı basın” olarak da tanımlanan “popüler basın” ise 19. yüzyılda kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak basında reklam ve ilânların yaygınlaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ise basının gelişimi, Osmanlı döneminde başlamıştır. Basının ortaya çıkışında toplumsal, siyasal ve ekonomik koşullar etkili olmuştur. Matbaayı ilk kullananlar Rum, Ermeni ve Yahudi yurttaşlar olmuştur. Osmanlı’ya matbaanın gelişinde İbrahim Müteferrika rol oynamıştır. Müteferrika Matbaası adıyla da bilinen Darü’t-Tıbâati’l Amire, 16 Aralık 1727’de kurulmuştur. Osmanlı’da yayımlanan ilk gazete, Fransız Elçiliği tarafından 1795 yılında çıkarılan Bulletin des Nouvelles’dir. Bu gazetenin, elçilik tarafından Fransız Devrimi propagandası yapmak amacıyla kullanıldığı bilinmektedir. Osmanlı’nın çokuluslu yapısıyla bu gazetenin yayın politikası arasında çatışan çıkarlar bulunmaktadır. 1821 yılında yine Fransızca olarak Alexandre Blacque tarafından Le Spectateur Oriental gazetesi yayımlanmıştır. 1828 yılında ise Osmanlı Türkçesiyle yayımlanan ilk gazete, dönemin Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından çıkartılan Vekâyi-i Mısriyye’dir. Bu gelişmeyi, Osmanlı’nın ilk resmî gazetesi olan Takvîm-i Vekâyi’nin 1831 yılında yayımlanması izlemiştir. Takvîm-i Vekâyi Türkçenin yanı sıra Arapça, Farsça, Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak yayımlanmıştır. 1840 yılında ilk yarı resmî gazete Ceride-i Havadis yayımlanmıştır. 1865 yılında çıkarılan basın yasasıyla ilk düzenlenme gerçekleşmiştir. 1867 yılında çıkarılan Âli Kararname ise basına yönelik yeni düzenlemeler getirmiştir. İlk süreli yayınların çıkarıldığı zamandan Cumhuriyet dönemine kadar geçen sürede 22 farklı dilde gazete ve dergi yayımlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yılları, devletin basın üzerinde denetiminin olduğu yıllardır. 1924 Anayasası’nın 77. maddesi, basının sansür veya denetime uğramayacağına yönelik hükümler içerse de 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu’yla hükûmete yayınlar karşısında önlem alma yetkisi tanınmıştır. 6 Nisan 1920’de Anadolu Ajansı kurulmuş, 1925 yılında anonim şirket hâline getirilmiştir. Bu durum hem dünya hem de Türkiye basın tarihi için özerk bir kamu haber ajansı örneğini oluşturacak özgün bir dönüşümdür. İkinci Dünya Savaşı ve Demokrat Parti iktidarı Türkiye basını için yeni gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Özellikle Demokrat Parti döneminde basına yönelik düzenlemeler bazı tartışmaları da doğurmuştur. Yaşanan ispat hakkı tartışmaları bunların en önemlilerindendir. Demokrat Parti iktidarının bir askerî darbe ile son bulmasının ardından basın alanında yeni gelişmeler yaşanmıştır. 10 Ocak 1961 tarihinde çıkarılan 212 sayılı kanun, dönemin en önemli gelişmelerinden biridir. Gazetecilere hukuk düzleminde geniş haklar tanıyan bu kanun, gazete sahipleri tarafından kabul edilmek istenmemiştir. Dokuz gazete patronu tarafından, gazetelerin üç gün süreyle çıkarılmaması kararı alınması üzerine, gazete çalışanları Basın gazetesini yayımlamıştır. Bu tarihten itibaren 10 Ocak günü, “Çalışan Gazeteciler Bayramı” olarak kutlanmaya başlanmış, 1971 yılında da “Çalışan Gazeteciler Günü”ne dönüşmüştür. 1980’li yıllardan günümüze, basın da ekonomik, siyasal ve kültürel dönüşümler sürecinde değişime uğramıştır. Neo-liberal politikaların etkisiyle basın alanında sahiplik yapısına ilişkin önemli değişimler gerçekleşmiştir. Holdinglerin basın alanına giriş evresini, 1980’lerden günümüze basının holdingleşmesi izlemiştir. Özetle, hem dünyada hem de Türkiye’de basının ortaya çıkışı ve gelişimi tarihsel süreçte ekonomik ve siyasal dinamiklerin gelişimiyle paralel bir seyir izlemiştir.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/basin
|
ALLAH
|
Hatice K. Arpaguş
|
Kendi dışındaki varlıkları yaratan, yaşatan ve yöneten, varlığı kendinden olan en yüce zat. Allah kelimesinin etimolojisi hakkında çok farklı görüşler bulunmakla birlikte kelimenin Arapça asıllı “ilah” lafzından türemiş olduğu genel kabul görmektedir. Bununla birlikte Allah lafzının Kur’ân-ı Kerim’in semantiğiyle birlikte anlam alanının değişerek yeni bir boyut kazanması ve İslâm öncesi Arapların kullanımından farklılaşması, geçmiş kullanımın Kur’ân-ı Kerim ve İslâmî literatürün ortaya koyduğu mana karşısında anlamını yitirdiğini göstermektedir. Nitekim ezelî ve tek olan en yüce varlığın özel ismi olarak Allah lafzı, O’ndan başka herhangi bir varlığa ad olarak verilmediği gibi (Meryem 16/65) hem Arap dilinde hem de diğer Müslüman milletlerin dillerinde O’nun herhangi bir çoğul şekli bulunmamaktadır. Allah inancı ilk insana kadar giden, tarih boyunca tüm dinlerde ve inanç sistemlerinde var olan, insanlar arasındaki en yaygın ve en değerli inanç olmuştur. Yapılan tüm araştırmalar Allah inancının insanlık tarihi boyunca hep var olduğunu, bilinen en düşük kültür seviyesine ve beşerî yaşamın en ilkel şekline sahip kabile ve topluluklarda bile mutlaka yüce bir varlığın mevcudiyetinin kabul edildiğini gözler önüne sermektedir. İslâm dininin temelini Allah’a iman oluşturur. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın varlığını ve bu inancın doğruluğunu ortaya koyan, O’nun isimleri ve sıfatlarını tanıtan, insanları bu inanca teşvik eden, inananları öven, inanmayanları uyaran çok sayıda ayet bulunmaktadır. Allah, varlığı zorunlu yani kendinden olan, var olmak için hiçbir şeye ihtiyaç duymayan, bu sebeple de yokluğu düşünülemeyen varlıktır. Bu sebeple Allahu Teâlâ “varlığı zorunlu olan” anlamında “vâcibü’l-vucûd”dur. Buradan hareketle Allah’ın var olduğu gerçeğini ortaya koymaya ve kanıtlamaya yönelik açıklamalar İslâmî literatürde “isbât-ı vâcib (zorunlu varlığın varlığını ispat) olarak nitelendirilmiştir. “Kur’ân’ın gerçek olduğu kendileri için apaçık belli oluncaya kadar onlara çevrelerinde ve kendilerinde bulunan kanıtlarımızı hep göstereceğiz. Rabbinin her şeye tanıklık etmesi (onlar için) yeterli değil midir?” mealindeki ayette (Fussılet 41/53) Allah’ın varlığını ispat eden işaretlerin hem insanın kendi varlığında, psikolojik ve fizyolojik yapısında, hem de dış evrende bulunduğu ifade edilmekte olup literatürde insanın kendi varlığına dayanan işaretlere fıtrat delili, dış evren ve tabiata dayalı işaretlere ise kozmolojik ve teleolojik delil adı altında yer verilmektedir. Kozmolojik delil İslâmî literatürde “hudûs ve imkân”, teleolojik delil de “gaye ve nizam” adlarıyla anılmaktadır. Allah’ın varlığı ve birliği konularında Kur’ân-ı Kerim’in öne çıkardığı ve insanın kendi varlığına dayanan fıtrat delili, bu hususların, yaratılıştan gelen ruh temizliği bozulmamış insanlar tarafından tabii olarak bilinip benimseneceğini ifade eder. Bu meyanda insanların yaratılış hikmetinin kulluk olduğunu ifade eden ayet (Zâriyât 51/56), insanın Allah’a bağlanma ihtiyacı içinde yaratıldığı şeklinde yorumlanmıştır. Nitekim bir başka ayette de (Rum 30/30) insanların temiz bir yaratılışta ve inanma ya da bağlanma ihtiyacı içinde bulunduğuna işaret edilmektedir. Kur’ân-ı Kerim ‘in yanı sıra hem İslâm âlimleri hem de Batılı düşünürler, tarih içinde gelip geçen milletleri incelediklerinde genellikle her milletin bir tanrı inancına sahip olduğu sonucuna varmışlar ve buna bağlı olarak selim yaratılışını ve sağduyusunu koruyabilmiş insanların yüce bir yaratıcıyı tabii olarak benimseyeceğini söylemişlerdir. “Kabûl-i âmme” veya “fıtrat-ı selîme” de diyebileceğimiz bu delile erken dönemlerden itibaren rastlanmaktadır. Irkları, ülkeleri, dil, din ve felsefeleri değişik olmasına rağmen belli bir seviyeye ulaşabilmiş bütün milletler evrende hâkim bir yaratıcının eserlerini gördüklerinden şüphe etmemişlerdir. Bu yüce yaratıcıya her zaman tapınılmış, O, her dilde bilinip anılmıştır. Hatta inkârın doruk noktasına ulaşmış kişinin bile büyük bir felaketle karşılaştığında ilahına sığındığı görülmektedir. Yine bütün insan topluluklarının dillerinde Allah’a mahsus isimlerin bulunması da bu delili desteklemektedir. İnsanlığın bu ortak kabulü de hiç şüphesiz yaratıcının insanların fıtratına yerleştirdiği inanma eğiliminin bir göstergesidir. Kozmolojik delillerden biri olan “Hudûs delili” Allah dışındaki tüm oluşumların yoktan yaratıldığı, bu sebeple mutlaka bir yaratıcısının olması gerektiği fikrini öncelemektedir. Allah’ın varlığının başlangıcı ve sonu yokken Allah dışındaki oluşumların varlığa geçişlerinin başlangıcı vardır. Bu bakış açısıyla tabiatın varlığının kendi başına olduğu ve kutsandığı ya da tabiatla ilahın aynı olduğu tezlerine karşı tabiatın Allah tarafından yoktan yaratıldığı ve yaratmanın devam ettiği fikri savunulmuştur. “İmkân” kozmolojik delilin diğer bir türü olup kâinatı oluşturan her varlığın, dolayısıyla da bir bütün olarak kâinatın var olmakla birlikte var olmamasının da mümkün olduğunu, varlığı ve yokluğu eşit olan bir şeyin ise kendi kendine var olamayacağını, mutlaka var eden bir yaratıcının bulunması gerektiğini ifade eder. Kur’ân-ı Kerim’in sıklıkla kullandığı üslubu daha fazla yansıtan “gaye ve nizam delili” de tabiattaki düzen ve dengeyi esas almaktadır. Kur’ân-ı Kerim yerin ve göğün yaratılışında herhangi bir eksikliğin bulunmaması, gece ile gündüzün, mevsimlerin birbirini takip etmesi gibi birçok örnekte tabiatta fevkalade bir düzen ve intizamın bulunduğu fikrini ortaya koymaktadır. Bütün âlemin anlamlı bir amaca yönelik olarak yaratıldığını, boşuna yaratılmış hiçbir şeyin olmadığını ifade eden (Hicr 15/85) ayetler de bu delile temel teşkil etmektedir. Söz konusu fevkalade düzen de tabiatın kendiliğinden ve şuursuzca değil de yüce vasıflara sahip bir yaratıcı tarafından yaratıldığını ispat etmektedir. Tabiatın gözlenmesine dayanan söz konusu delil, modern dönemde deneye dayanan bilimsel veriler tarafından da desteklenmiştir. Bu açıdan “insancı ilke” terimi altında “insan varlığına uygunluk” yanında konu, hassas ayar, usta saatçi, akıllı tasarım ve tasarım delili gibi kavramlarla da dile getirilmiştir. Klasik dönemde Allah’ın varlığını ispat amacıyla gündeme getirilen bir diğer delil olan “Ontolojik Delil” ise her türlü tecrübi verinin dışında zihnî bir ispat yöntemi olup en yetkin varlık tasavvuru üzerine kuruludur; buna göre Allah en yetkin varlıktır, var olmamak en yetkin olmayla çelişir, dolayısıyla Allah var olmak zorundadır. Modern dönemde bu delillere dinî tecrübe ve ahlak delili de eklenmiştir. İnsanın şahsî tecrübesiyle yaşadığı ve sonuçta inanmaya götüren manevi uyanışları esas alan dinî tecrübe delili daha çok psikolojik ve mistik alanda önem kazanan bir yöntemdir. İnanan kimselerin yaşadığı iç huzur ve coşku, kalplerine doğan ilham ve sezgiler, ilahi yardım veya cezalandırma gibi manevi tecrübeler yoluyla Allah’ın müdahalesini fark etmeye dayanan bu delile, sübjektif yönünün ağır basması nedeniyle sadece yaşayan tarafından bilinebilmesi ve kavramlarla tam olarak ifade edilemeyişi dolayısıyla eleştiriler getirilmiştir. Klasik ispat delillerini reddeden Kant tarafından öne çıkarılıp daha sonra geliştirilen ahlak delilinde ise Allah’ın varlığı bir bilgi meselesinden çok erdemli bir hayatın ön şartı olarak ele alınmaktadır. Ahlaki olarak insanın en yüksek iyiye ulaşma idealini gerçekleştirebilmesi için bunu sağlayacak varlığın (Tanrı) mevcudiyetini gerekli gören bu delil de bilgi ve imanı birbirinden tamamen ayırma ve Allah’ın varlığını insani bir ihtiyaca dayandırma gibi özelliklerinden dolayı eleştirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim Allah’ın varlığı yanında, O’nun ibadet edilmeye layık (mabud) bir ve tek ilah olduğu (tevhit) üzerinde de özellikle durmaktadır. Zira insanlar ya doğru bir ilah anlayışına ulaşamamakta ya da inandığı varlığa ulaşmak için araya aracılar koymaktadırlar. Önceki semavi dinlerin mensupları dahi tevhit ilkesinden sapmışlar, şirke düşüp aracılara müracaat etmişlerdir. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim hem Allah’ın yaratılmışlık özelliklerinden arınmış olması (tenzih) üzerinde durmakta hem de tevhit ilkesinin temellerini yerleştirmektedir. İslâm âlimleri Allah’ın birliği konusuna genellikle iki açıdan bakmışlardır: Zatı itibarıyla tek ve ortaksız olması, sıfatları açısından O’nunla yaratılmışlar arasında benzerliğin bulunmaması. Allah’ın birliği “herhangi bir sayı dizisinin ilk basamağı” anlamına gelmeyip yegâne tapılacak varlık demektir. Bu açıdan tüm dillerde O’nun birliği anlatılırken bu hususa dikkat edilmekte ve Türkçede de tek veya yegâne olduğu ifade edilmektedir. O’nun “bir” oluşu, zatında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde, Rab oluşunda ve hâkimiyetinde eşi ve benzeri olmayışı anlamına gelmekte olup, aksi olması durumunda kainattaki düzenin devam etmesi mümkün değildir. Bu husus “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, gök de yer de bozulurdu” (Enbiyâ 21/22) ayetiyle vurgulanarak Kur’ân-ı Kerim’de tevhit ilkesi temellendirilmektedir. İçinde yaşadığımız evrenden tamamen ayrı ve bu evreni oluşturan varlıklardan ve onların taşıdığı özelliklerden bütünüyle farklı olan Allah’ın gerçek mahiyeti ile ilgili Kur’ân-ı Kerim’de belli bir muhtevaya rastlanmamaktadır. Hz. Peygamber döneminde başta müşrikler olmak üzere Yahudi ve Hristiyanların da bu konu üzerinde durdukları ve Hz. Peygamber’e sorular sordukları bilinmektedir. Hz. Peygamber elleriyle yaptıkları putlara tapan müşriklerin yönelimini reddedince onlar da kendilerini davet eden ilahın mahiyetini sormuşlardır. Bunun üzerine İhlas suresi inmiş ve burada Allah’ın mahiyeti üzerinde durmaksızın O’nu tanımlayacak (tek ve eksiksiz olduğu, doğurmayıp doğurmadığı, dengi olmadığı gibi) vasıflarından bahsedilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim’de Allah’tan bahseden ayetlerde, O’nun yetkinliğini ve bütün yaratılmışlardan yüceliğini anlatan sıfatları ele alınmış, İslâm uleması da Allah’ın gerçek mahiyetinin değil de O’na yüklenen anlamların bilinebileceğini ifade etmişlerdir. Söz konusu anlamlar da sıfatlar ve isimler şeklinde iki ana başlık altında incelenmektedir. Allah’ı tanıtan, zatına nispet edilen mana ve kavramlara, terim açısından fark gözetilerek yerine göre “isim” ya da “sıfat” denilmiştir. Âlim, rahîm gibi dil açısından sıfat kalıbında olan kelimeler isim kabul edilirken, Allah’ın zatına nispet edilen kavramlar da sıfat olarak değerlendirilmişlerdir. Allah’ın isimleri ve sıfatları da Allah’ı bize tanıtır. O’nun bütün yaratılmışlardan yüceliğini, yetkinliğini ve eşsizliğini anlatır. Bu yönüyle Allah’ın isimleri ve sıfatları arsında işlev açısından bir fark yoktur. Aralarındaki fark sadece Arapça dil bilgisi açısından farklı kelime kalıplarıyla ifade edilmeleridir. İsmin çoğulu olan “esmâ” kelimesi ile “en güzel” anlamındaki “hüsnâ” kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan “esmâ-i hüsnâ”, yüce Allah’ın bütün isimleri için kullanılan bir terimdir. Esmâ-i hüsnâ Allah’a dua ederken insanın sıklıkla müracaat ettiği manalardır. Sayısı Kur’ân-ı Kerim’de daha fazla olmasına rağmen hadislerden hareketle doksan dokuz isim yaygınlık kazanmıştır. Allah’ı tanıtan başlıca sıfatlar genellikle zatî, fiilî ve haberî olmak üzere üç ana başlık altında tasnif edilir. Bunlardan zatî sıfatlar da “selbî” ve “subutî” şeklinde kendi içinde ayrıca sınıflandırılır. Allah’ı zatına layık olmayan niteliklerden ve yarattıklarına benzemekten tenzih etmeyi gerektiren sıfatlar “selbî sıfatlar” olarak isimlendirilir. Allah’ın ne olmadığını anlatan bu sıfat grubuyla Allah ile yaratılmışlar arasında benzerlik kurma (teşbih) devreden çıkarılmaktadır. Ulûhiyyet makamına yakışmayan, eksiklik ve acz ifade eden bütün sıfatlar, mana ve mefhumlar bu gruba girer. Bu sıfatlar şunlardır: vücud (Allah’ın yokluğunun düşünülememesi), kıdem (varlığına ait bir başlangıcın bulunmaması), bekâ (varlığının sona ermemesi), vahdaniyyet (ortağının olmaması), muhalefetün li’l-havâdis (yaratılmışlara hiçbir şekilde benzememesi), kıyam bi nefsihî (varlığı için başkasına ihtiyaç duymaması). Selbî sıfatların hedefi her türlü şirk anlayışını bertaraf edip tevhit inancını tam anlamıyla ispat etmek, yaratanla yaratılmış arasında ortak bir noktanın ve benzerliğin bulunmadığını akıllara ve gönüllere yerleştirmektir. Esmâ-i hüsnâ ve sıfatlarla mutlak ve aşkın bir ilah tanımlanmış ve O’nun evren ile bağlantısı öne çıkarılmış olmaktadır. Allah’ın zatına nispet edilip O’nun kemalini ifade eden manalara ise “sübûtî sıfatlar” denilmiştir. Sübutî sıfatlar Allah’ın ne olduğunu ifade eden ve yetkinliğini ortaya koyan anlamlar olup, hayat (Allah’ın ebedî bir hayatla diri olması), ilim (gizli-aşikâr her şeye sonsuz ve sınırsız bir ilimle vâkıf olması), sem’ (hiçbir vasıta ve şarta bağlı olmaksızın her şeyi işitmesi), basar (herhangi bir şart veya engel söz konusu olmaksızın, mükemmel derecede her şeyi görmesi), kudret (meydana gelmesi mümkün olan her şeye sonsuz bir şekilde güç yetirmesi), irade (her şeyi kendi iradesiyle yapması), kelâm (mahiyeti insanlarca bilinemeyen bir konuşma yetkinliğine sahip olması) ve tekvin (var olan her şeyin herhangi bir nüve veya model olmaksızın O’nun yaratmasıyla yokluktan varlığa çıkarılması) olmak üzere sekiz tanedir. Fiilî sıfatlar ise Allah’ın zatı dışında dış dünya ile irtibatını, yaratıcılık vasfının devamlılığını ve evreni yönettiğini anlatan sıfatlardır. Sayısı fazla olmakla birlikte Allah’ın yaratılmışlardan ihtiyacı olanın ihtiyacını karşılaması, rızıklarını ve nimetlerini vermesi bu konudaki anlamlardan bazısını oluşturmaktadır. Kur’an-ı Kerîm ve hadislerde Allah’a nispet edilen ve zahir manalarıyla ele alındıklarında yaratılmışlara teşbihin oluşacağı düşünülüp Allah’ın şanına uygun şekilde yorumlanmaları (te’vil edilmeleri) gerekli görülen yed (el), vech (yüz) gibi manalar ise “haberî sıfatlar” olarak adlandırılmışlardır. Kur’ân’ın anlattığı, İslâm’ın telkin ettiği ve öğrettiği Allah inancı ve tasavvuru; rahmeti, şefkat ve acıması her şeyi kuşatan, affetmesi ve bağışlaması çok, kullarının iyiliği ve kurtuluşu için “üzerlerine titreyen” ancak hak edene hak ettiği cezayı da veren bir yüce yaratıcı inancıdır. O, kullarının zayıf ve güçsüz yanlarını ve günah işlemeye olan eğilimlerini çok iyi bilir. Bu yüzden, işledikleri günahları telafi etme, kendilerini her seferinde yeniden düzeltme isteğine izin ve imkân tanır. Af ve tövbe kapısı sonuna kadar açıktır. Hiçbir aracıya gerek kalmadan bir Müslüman, işlediği günahlar dolayısıyla Rabbine yönelebilir ve bağışlanma talep edebilir. İslâm anlayışında, Allah’a ortak koşma dışında affı mümkün olmayacak bir günah yoktur. Allah inancının insan üzerinde pek çok olumlu etkisi vardır. Bu inancın en temel işlevi ve faydası, insan için esas gaye olan ebedî ahiret mutluluğunun yolunu açmasıdır. Allah inancı aynı zamanda insanın dünya hayatındaki iyilik ve mutluluğunun da kaynağıdır. Allah’a inanmanın pratik bir sonucu da kişinin diğer insanlar ve varlıklar hakkında daha olumlu, merhametli ve anlayışlı bir tutum benimsemesine vesile olmasıdır. İnsanın çevresindeki diğer insanlarla, canlı-cansız varlıklarla ilişkisinin sağlıklı olabilmesi, kendisi ve içinde yaşadığı evrenin niçin yaratıldığı ve sonunun ne olacağı hakkında doğru ve sağlam bir inanç ve tasavvura sahip olmasıyla mümkündür. Bunun ilk şartı da Allah inancıdır. Allah’a inanan kimse yaratılışının bir amacının bulunduğunu düşünerek sorumluluk bilinci geliştirir ve davranışlarına dikkat eder; güzel ve hayırlı işlere yönelir, kötülüklerden, suç işlemekten, insan onuruna yakışmayan ahlâkî düşüklüklerden kaçınır. Hiçbir beşerî kanun yahut ideoloji Allah inancı kadar insanların vicdanı üzerinde bağlayıcı ve etkileyici değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla tekrar edilen “iman edenler ve salih amel işleyenler” hitabı (bkz. Bakara 2/277; Yunus 10/9), imanın sadece soyut bir düşünceden ibaret olmadığını, inanan kişiyi bu inanç doğrultusunda güzel davranışlara sevk etmesi gerektiğini hatırlatarak iman ve güzel davranışlar (salih amel) arasındaki bağlantıya dikkat çeker. Allah inancı hırs, gurur, kibir, azgınlık, haset gibi insana yakışmayan eğilimlere engel olması açısından kişide ahlaki erdemlere kaynaklık eden ve onları geliştiren bir işleve de sahiptir. Allah’a iman ahlaki davranışları geçicilikten kurtarıp sürekliliğe ulaştırır. Vazifeye bağlılık, doğruluk, adalet, şefkat ve merhamet, yardımlaşma gibi ahlaki ilkeler ancak Allah’a iman ile desteklenirse devamlı olur. İnanma ihtiyacı insanın tabiatında var olduğu için, insan Allah’a inanmak suretiyle rahata ve huzura kavuşur; inançsızlığın yol açacağı psikolojik bunalımlardan korunur. İnsan Allah’a inanmak suretiyle her şeyi bilen, her şeye hükmeden yüce yaratıcının daima kendisiyle birlikte olduğunu, kendisini görüp duyduğunu, duasını kabul ederek kendisini içinde bulunduğu hâlden kurtaracağını düşünerek yalnızlık ve çaresizlik duygusundan uzaklaşır, kendisini güvende hisseder. Kişinin Allah’a imanının samimiyet derecesi ile irade ve eylemleri arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur. İnsanlarda dinî inancın (imanın) zayıflamasına paralel olarak, toplumda ahlaki ve hukukî suçların çoğaldığı görülür. İman olmayınca ahlakın tek başına yaptırım gücü kalmaz. Çünkü ahlaki ilkelere işlerlik kazandıran imandır. Dünyada yaptıklarından dolayı ahirette Yüce Kudret karşısında hesaba çekileceğine inanmayan bir insanın kötülükler yapmasına hiçbir manevi engel yoktur.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/allah
|
BAHÇECİLİK
|
Abdurrahman Yılmaz
|
Küçük ölçekli zirai faaliyettir. Düşük yoğunluklu (ekstansif) ziraat olarak da bilinen bahçecilik, kullanılan teknoloji, ürün çeşitliliği ve ölçeğin yanı sıra üretim sürecinin doğaya etkisi anlamında yoğun (intensif ya da entansif) zirai faaliyetten ayrılır. İngilizcedeki “horticulture” kelimesine atfen Türkçede “hortikültür” şeklinde de kullanılabilmektedir. Bahçecilikte makine/aletler ve iş gücü en az düzeyde kullanılırken yoğun ziraatte temel gaye mümkün olduğunca daha çok ürün elde edilmesidir. Bu hedefe ulaşabilmek için modern teknik, sistem ve uygulamalardan olabildiğince faydalanılır. Bahçeciliği farklı kılan bir diğer özelliği yetiştirilen ürünlerin niteliği ile ilgilidir. Bahçelik sebzeden meyveye, çiçek ve süs bitkilerinden aromatik ve tıbbi bitkilere kadar birçok ürünü kapsar. Düşük yoğunluklu ziraatte ise buğday, mısır, şeker pancarı ve pamuk gibi, sanayide önemli yer tutan ve uluslararası pazarda işlem gören birkaç ürüne odaklanılır. Toprağın nadasa bırakılarak kullanılması ya da verimsiz, yaban otların istilasına uğrayan alanın terk edilerek başka yer açılması gibi nedenlerle dönüşümlü tarım (shifting cultivation) adıyla da anılan bahçecilik, bu özelliği ile düşük yoğunluklu tarıma göre doğaya daha duyarlı bir üretim şeklini ifade etmektedir. Bu genel özelliklerin yanında bahçeciliğin dünyanın farklı bölgelerinde farklı şekillerde uygulanabildiği belirtilmelidir. Yörenin coğrafi özelliğine, iklime, yönetime, insanların çevreyle ilişkisine, diğer toplumlarla etkileşim ve alışveriş koşullarına bağlı olarak farklı bahçecilik türleri görülebilmektedir. Örneğin, Amazonlar gibi ormanlık alanlarda ormanlık alanın bahçe yapılacak bölümü kesilip köklerin yakılmasının ardından açılan alanda tarım yapılmaktadır. “Kesme-yakma tarımı” adı verilen bahçeciliğin bu türünde, açılan alan bir ya da birkaç yıllık süreyle kullanılmaktadır. Tüm çeşitliliğinin yanında bahçecilik, çevreyle uyumlu ve esnek bir gıda üretim yöntemi olması nedeniyle tarım devriminden bu yana insanlık açısından oldukça önemlidir. Günümüzde, özellikle de Covid-19 pandemisinin yaşandığı 2020 yılı bahar/yaz döneminde, gerek lojistik sorunların aşılması gerekse uluslararası arz-talep dalgalanmalarından korunmak açısından, bir gıda üretim alternatifi olarak bahçeciliğin önemi daha da artmıştır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/bahcecilik
|
BAŞKANLIK SİSTEMİ
|
Haluk Alkan
|
Yasama ve yürütmenin katı ayrılığına dayanan bir hükûmet yapılanması ve bu yapılanma temelinde ortaya çıkan bir siyasal sistemdir. Kurumsal anlamda siyasal sistemlerin sınıflandırılmasında bir ülkedeki yürütme ve yasama ilişkilerinin düzenlenme biçimi önem kazanır. Hukukî açıdan hükûmet sistemleri olarak isimlendirilen farklı kurumsal modeller bu iki fonksiyonun ilişkilerine göre şekillenir. Bu çerçevede başkanlık sistemleri kurumsal olarak üç temel özelliğe sahiptir: Yasama ve yürütme otoriteleri arasında işleyebilir bir ayrılığın varlığı; doğrudan halk tarafından seçilen bir kişinin yürütme otoritesini temsil etmesi; yasama ve yürütmenin birbirlerine karşı dengeleyici ve denetleyici yetkilerle donatılması. Başkanlık sistemi Amerika’da doğmuştur ve kökeninde ülkenin inşa sürecinde kurucu babaların koloni temsilcileri ile yürüttükleri müzakereler bulunmaktadır. ABD başkanlık sistemi, tedricen gelişen parlamenter sistemin aksine, bir müzakere sürecinin sonunda ortaya çıkmıştır. Alexander Hamilton (ö. 1804), James Madison (ö. 1836) gibi kurucuların da girişimleri ile koloni temsilcileri karar almada hızlılık ve kolay hesap verilebilirlik sağlanması için yürütme yetkilerinin Kurul yerine bir kişi tarafından kullanılması üzerinde anlaşmaya vardılar. Dolayısıyla ABD başkanlık sisteminin temel dinamiklerinden biri, yasama ve yürütmenin kendi alanlarında etkin ve aynı zamanda birbirlerinin varlığına son veremeyecek bir denge mekanizması içinde çalışması isteğidir. Sistemin bu temel yaklaşımı yasama, yürütme ve yargı erklerinin halktan aldıkları meşruiyete dayalı olarak işlevlerini yerine getirmelerini ve özellikle yasama ile yürütmenin birbirlerinden katı bir biçimde ayrılmaları esasının benimsenmesinin de dinamiğini oluşturmuştur. Bu anlayış aynı zamanda birbirinden ayrılmış olan bu erklerin, birbirlerine karşı bazı denetim ve dengeleme yetkileri ile donatılmalarını, sistemin işleyebilmesi için zorunlu kılmaktadır. Başkanlık sistemlerinde kuvvetler ayrılığının anlamı yasama ve yürütmenin gerek kaynak gerekse varlıklarını sürdürme bakımından birbirlerinden bağımsız olmalarıdır. Yürütmenin başı olarak başkan anayasanın belirlediği bir süre için seçilir ve güvensizlik oyu ile istifaya zorlanamaz. Bu durumun tek istisnası suç teşkil eden eylemlerden dolayı azil (impeachment) yoluyla görevden alınmasıdır. Yürütme otoritesinin meşruiyetini ayrı seçimle doğrudan halktan alması onu yasamaya bağımlı türevsel bir iktidar olmaktan çıkartmaktadır. Başkanlık sistemleri, yasama ve yürütmenin ayrı ayrı, “çift demokratik meşruiyet”e sahip olduğu sistemlerdir. Başkanlık sistemlerinde yasama ve yürütme ile ilgili seçimlerin ayrı tarihlerde ya da eş zamanlı yapılması konusunda farklı uygulamalar bulunmaktadır. ABD’de başkan dört yıllığına seçilirken Kongre’nin Temsilciler Meclisi seçimleri iki, Senato seçimleri ise altı yılda bir yapılmaktadır. Buna karşılık Brezilya ve Şili’de Başkanlık seçimleri ile Temsilciler Meclisi seçimleri eş zamanlı, Bolivya’da ise başkanlık ve iki kamaralı yasama seçimlerinin tamamı eş zamanlı yapılmaktadır. Başkanlık sisteminde yasama ve yürütmenin birbirleri üzerinde tek taraflı fesih yetkisi bulunmamaktadır. Yasamanın yürütmenin başı olan başkanın görev süresine herhangi bir müdahale yetkisi de bulunmamaktadır. Başkanın da parlamentoyu tek taraflı fesih yetkisi yoktur. Başkanlık sistemlerinde yürütmenin yasama faaliyetlerine katılımı sınırlanmıştır. ABD’de başkanın, Kongre’ye yasa tasarısı sunma yetkisi olmadığı gibi, bakanların yasama çalışmalarına katılması da söz konusu olamaz. Yürütme ile temas kurma önceliği Kongre’ye aittir. Buna karşılık diğer başkanlık sistemlerinde yasama faaliyetlerine katılım bu kadar katı düzenlenmemiştir. Örneğin, Arjantin ve Peru’da yürütmenin Kongre’ye yasa tasarısı sunma yetkisi bulunmaktadır. ABD başkanlık sisteminde bir Kongre üyesinin bakanlık gibi, yürütme ile ilgili görevlere getirilmesi engellenmiştir. Bakanlar bireysel olarak başkanın sekreterleri konumundadır. Arjantin’de bakanlar üyelikten çekilmek şartıyla Kongre üyeleri arasından atanabilir. Brezilya’da ise Kongre üyeleri bakan olabilir ancak atanmaları durumunda yasama üyelikleri askıya alınır. Başkanlık sisteminde yürütmeden sorumlu ve meşruiyetini doğrudan halktan alan bir başkanın varlığının sonucu olarak yürütme birimleri başkanın otoritesine tabi kılınmıştır. Parlamenter sistemlerde görünen ikili yürütme yapısı başkanlık sisteminde bulunmaz. Bakanların ve diğer üst düzey yürütme otoritelerinin atanması ve görevden alınmasında başkanın önceliği vardır. Başkan yürütme organını yönetir. Yürütme organının şekillenmesinde başkanın önceliğinin kabul edilmesi ABD uygulamasında, daha çok bir siyasal kültür özelliğidir. Ciddi bir sorun oluşturmadığı sürece, Senato atamalarda başkanın önerilerini genellikle onaylamaktadır. Buna karşılık Şili’de başkan, bakanları yasamanın onayına bağlı olmadan doğrudan atayıp görevden alabilmektedir. Parlamenter sistemde yürütme örgütünün merkezinde bakanlıklar yer alırken başkanlık sisteminde başkanın politikaları doğrultusunda farklı düzeydeki yürütme birimleri bir arada çalışır. Örneğin, ABD’de, başkanlık ofisi içindeki uzmanlık daireleri ve danışma kurulları, bakanlıklar ve bakanlık statüsünde olmayan kamu kuruluşları olmak üzere üç farklı kurum yürütme yapısı içinde öne çıkmaktadır. Başkanın yürütme alanında geniş bir kararname yetkisinin bulunması, başkanlık sistemlerinin ayırt edici bir diğer özelliğidir. Bu yetkiyi parlamenter sistemlerde görülen kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) karıştırmamak gerekir. KHK yasamanın yetki devrine tabi olan türevsel bir yetkiyken başkanlık kararnameleri yürütme alanında başkana tanınmış aslî bir düzenleyici işlem yetkisidir. ABD’de başkanlık kararnameleri Kongre’nin iznine tabi değildir. Kongre bir başkanlık kararnamesini ancak o konuda bir yasa çıkarmak suretiyle aşabilir. Buna karşılık, Brezilya Anayasası başkanın hangi konularda kararname çıkaracağını belirlemiştir. Başkanlık sisteminde denetleyici ve dengeleyici yetkiler (check and balance) diğer önemli bir konudur. Sistemde yasama ve yürütmenin çift meşruiyete sahip olarak yapılandırılmış olması, bu iki iktidar arasında birbirlerine nüfuz etmeyecek ve birbirlerini dengeleyecek şekilde bir yetki dağılımını da zorunlu kılmaktadır. Konuya yürütme açısından bakıldığında, Kongre’den çıkan yasalara karşı başkana tanınan veto yetkisi bunlardan en dikkat çekici olanıdır. ABD’de başkanın veto yetkisi Kongre’nin her iki kanadının üçte iki oy çokluğu ile aşılabilir. Veto yetkisinin yasama tarafından aşılabilmesi her başkanlık sisteminde ABD’deki kadar yüksek bir orana tabi kılınmamıştır. Uruguay Anayasası’na göre başkanın vetosuna karşı her bir meclisin beşte üç oy çokluğu ile aynı yönde karar alması gerekmektedir. Brezilya’da başkanın veto ettiği yasanın tekrar onaya gönderilebilmesi için Kongre’nin ortak toplantısında salt çoğunlukla karar alınması yeterlidir. Başkanın veto ve kararname yetkilerine karşı yasamaya ağırlıklı olarak cezai konularla ilgili olarak başkanı yargılayıp görevden alma (impeachment) yetkisi verilmiştir ve bu yetki siyasî nedenlerle kullanılamaz. Başkan, göreviyle ilgili ağır suç ve kabahatlerle ilgili Temsilciler Meclisi’nce oylamaya katılanların salt çoğunluğuyla suçlanmakta, Yüksek Mahkeme Başkanı başkanlığında toplanan Senato tarafından üçte iki oy çokluğu ile görevinden alınabilmektedir. Başkan dışında bütün federal sivil görevliler, bakanlar ve yüksek mahkemelerin yargıçları bu uygulamaya konu olabilir. Yasamanın diğer bir karşı yetkisi araştırma komiteleri aracılığı ile yürütme otoritelerini geniş bir biçimde denetleyebilmeleridir. Kamuoyuna açık yapılan bu komisyon oturumları etkili bir denetleme aracıdır. ABD’de birçok olay Kongre komitelerinin çalışmaları sonucunda kamuoyunun gündemine getirilmiştir. Komitelerin yürüttüğü soruşturmalar ve hazırladıkları raporlar Amerikan toplumunda belli konularda hassasiyetlerin oluşmasında etkili olabilmektedir. Birçok Latin Amerika ülkesinde araştırma komitelerinin yanı sıra, bakanlara soru sorma, yıllık rapor hazırlayarak yasama organına sunma gibi diğer denetleme mekanizmaları bulunmaktadır. Yasamanın yürütme karşısında diğer bir dengeleyici yetkisi üst düzey yönetsel ve yargısal atamalarda ve bazı stratejik kararların alınmasında başkan ile yasamanın ortak iradesinin aranmasıdır. ABD’de Yürütme makamlarına yapılan birçok üst düzey atama ve Yüksek Mahkeme yargıçlarının atanması, başkanın önerisi ve Kongre’nin Senato kanadının onayı ile yapılabilmektedir. Arjantin ve Brezilya’da üst düzey yargı atamalarında ABD’dekine benzer bir atama prosedürü bulunmaktadır. Başkanlık sistemleri yürütme istikrarını garanti eden sistemlerdir. Yürütmenin kendi alanında hızlı karar alabilme, gereken düzenlemeleri yapabilme, değişimler karşısında yönetsel kurumların revizyonuna ve yeni kurumların oluşturulmasına imkân tanıması yönüyle işlevseldirler. Başkanın yürütme üzerindeki hâkimiyeti, izlediği politika ile bürokrasi arasındaki uyumun sağlanması açısından da avantaj sağlamaktadır. Bu, başkanlık sistemini kriz yönetiminde avantajlı kılmaktadır. Başkanlık sistemleri halkın meşruiyetine dayanmayan, siyasal otoritenin denetimi dışında güçlü yetkiler kullanan özerk vesayet alanlarının oluşumuna karşı dirençli bir kurumsal yapıya sahiptir. Delege edilen yetki alanlarının sınırlılığı yönetsel hesap verirliği güçlendiren bir özelliktir. Buna karşılık başkanlık sistemlerinde ayrı meşruiyet iddialarında bulunan iki otorite (yasama ile yürütme) arasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkların, aracı kurumlara yer verilmemesi nedeniyle sistemde kilitlenmeye yol açma tehlikesi bulunmaktadır (çifte meşruiyet krizi). Başkanlık sistemleri yasama ve yürütme arasında kontrol-denge mekanizmalarının sistemde yaşanabilecek kilitlenmeleri asgari düzeye indirecek şekilde oluşturulmasına gereksinim duyan sistemlerdir. Kararname yetkisi ile yasama yetkisinin sınırlarının net olarak belirlenmesi de yasama ile yürütme arasında dengeleyici yetkilerin işlevsel olması açısından önemlidir. Başkanlık sistemleri uygulama açısından üç farklı sınıflandırmaya tabi tutulabilir. Bunlardan ilki, saf başkanlık sistemi de denilen ABD modelidir. ABD başkanlık sistemi, kuvvetler ayrılığının oldukça katı bir bicimde yapılandırıldığı ve yasama ile yürütme arasında anayasal olarak aracı mekanizmalara yer vermeyen bir yapıya sahiptir. İkinci tip, Soğuk Savaş sonrası dönemde Latin Amerika’da ve Güney Kore gibi bazı ülkelerde sistem içinde yasamanın denetimini güçlendiren anayasal değişikliklerle öne çıkan başkanlık sistemleridir. Üçüncü tip başkanlık sistemleri ise daha çok Sovyet sonrası ülkelerde görülen, anayasal olarak yürütmenin güçlendirildiği bir kurumsal yapıya sahip olan sistemlerdir.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/baskanlik_sistemi
|
ALIMLAMA
|
Oya Şakı Aydın
|
Alımlama, kelime kökeni olarak Batı dillerinde “karşılama” anlamına gelmekle birlikte, edebiyat ve iletişim çalışmalarında çeşitli biçimlerdeki metinlerle okuyucunun karşılaşma sürecini ifade eden genel bir kavramdır. Alımlama yaklaşımı, iletişim sürecinde mesajla izleyicinin/okuyucunun karşılaşmasının ortama, sınıfsal veya daha genel kültürel farklılıklara bağlı olarak çeşitlilik gösterebileceğini öne sürer. Farklı araştırma geleneklerinin iç içe geçtiği ve kaynaştığı bu çözümleme yaklaşımında içerik ve izleyiciler üzerine çalışmalar bir arada yer alır. Medya ve film incelemeleri içerisinde edebiyat, dil bilimi ve kültürel çalışmalar geleneklerini bir araya getiren önemli bir araştırma ekolünü ifade eder. Alımlama analizleri ilk olarak edebiyat metinlerinin incelenmesinde kullanılmıştır. Edebiyat araştırmalarında alımlama perspektifi tarihsel olarak metinlerin yorumlanmasını ve anlaşılmasını olanaklı kılmaktaydı. 1960’lı yılların sonunda Almanya’da Hans Robert Jauss’un (ö. 1997) öncüsü olduğu “alımlama estetiği” adı verilen kuram, okuyucunun yorumlayıcı olarak rolüne odaklanıyordu. Diğer yandan, yapısalcı duruşun da vurguladığı metin-okuyucu ilişkisinin çok katmanlı (multi-layered) ve açık yapısı, edebiyattan geçerek 1970’li yıllardan itibaren televizyon ve film alımlama çalışmalarına kadar uzanmıştır. Dolayısıyla alımlama yaklaşımı önemli edebiyat metinlerinin farklı yorumlamalarından, izleyici araştırmalarının merkezinde yer alan “izleyerek anlam üretme” kavrayışına kadar uzanan kültürel bir bakış açısı içerir. Diğer yandan ana akım medya kuramları içinde yer almakla birlikte etkin izleyici perspektifini öneren Kullanımlar ve Doyumlar kuramı, alımlama çalışmalarını etkileyen başka bir gelenek olmuştur. Medya alımlama analizleri, izleme ile ilgili birçok ön kabulü değiştirmiş ve medya izleme (özellikle de televizyon) deneyimini odağına koyarak pasif alıcılar olarak izleyiciler yerine, anlam üreticileri olarak aktif izleyici anlayışını önermiştir. Bu çerçevede izleyici, doğrusal iletişim modellerinde önerildiği gibi verili mesajı olduğu gibi kabul eden pasif bir alıcı değil, “sonsuz sayıda deneyim ve pratikten oluşan bir evren” olarak düşünülmektedir. Her metnin olası birçok yorumlaması vardır (polysemy) ve bu süreçte okuyucunun anlam üretme aşaması sosyo-ekonomik, kültürel, eğitsel, politik vb. değişkenlere tabidir. Bu çerçevedeki çalışmalarda büyük oranda niteliksel araştırma yöntemleri tercih edilir. Özellikle katılımcı gözlem, derinlemesine görüşme, odak grup görüşmeleri ve metin analizleri en fazla kullanılan yöntemler arasındadır. Kültür kuramcısı Suart Hall (ö.2014), alımlama yaklaşımını medya metinlerine uyarlayarak, üretken bir süreç olarak gördüğü izleme edimini aynı zamanda bir anlam üretim süreci olarak ele alır. Hall, “kodlama/kodaçımlama” isimli öncü makalesinde, profesyoneller tarafından kodlanmış televizyon metninin izleyicisi tarafından yeniden inşa edilebileceği üç temel konum tespit eder. Bunlar hegemonik, müzakereci ve muhalif konumlardır. Hall’un, 1980’li yıllardan sonra kimlik ve aidiyet gibi kavramların kültürel çalışmalar içinde egemen olmasıyla toplumsal cinsiyet rolleri, azınlık grupları ve farklı etnik kökenlerle ilgili alımlama çalışmaları artmıştır. Medya antropolojisinin bir çalışma alanı olarak yaygınlaşmasıyla etnografik yöntemin izleyici araştırmalarına hızla nüfuz ettiği görülmüştür. David Morley’in çalışmaları televizyon araştırmalarında izleyiciyi doğal ev ortamında gözlemeye yönelik ilk çalışmalardır. Literatüre “aile televizyonu” kavramını kazandıran Morley, önde gelen çalışmasında, güncel haber programı Nationwide’ın anlamına ilişkin yorumların toplumsal kümelere göre nasıl farklılaştığını saptamaya çalışmıştır. Alımlama çalışmalarında genel olarak kültürel üretimin eserle birlikte son bulmadığı ve tüketim anının aslında üretken bir süreç olduğu vurgulanır. Alımlamayı tespit etmek okuma veya izlemenin geçtiği ortamı incelemeyi, otoritenin mekâna sızmış görünmez varlığını keşfetmeyi ve en temelinde kültür ve ideolojinin izini, metinlerin anlamlandırılmasında, yeniden üretilmesinde, paylaşılmasında ve reddedilmesinde görebilmeyi gerektirmektedir. Medya alımlama çalışmaları, dijital teknolojilerin yaygınlaşmasıyla birlikte eksenini yeni izleme biçimlerine ve sanal ortamlarda anlam üretim pratiklerine kaydırmıştır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/alimlama
|
ALTERNATİF MALİYET
|
Mete Han Yağmur
|
Herhangi bir şeyi elde etmek için vazgeçilen/vazgeçilmesi gereken en iyi alternatifin değerini ifade eder. Her tercih veya fiilin bir alternatif maliyeti olduğu için kullanım alanı oldukça geniş olan bir kavramdır. Örneğin, bir lise öğrencisi, mezuniyetinden sonra eğitim hayatına üniversitede devam etmek veya bir iş bulup çalışmak arasında karar vermek durumunda kalır. Öğrencinin üniversiteye gitmeye karar vermesi durumunda, üniversite eğitimi süresince ödemesi gereken harçlar ve diğer eğitim giderleri, üniversiteye gitmenin doğrudan maliyetidir. Üniversiteye gitmenin alternatif maliyeti ise öğrencinin üniversiteye gitmek yerine bir işte çalışarak elde edeceği toplam gelirdir. Doğru bir tercih yapabilmek için, daha öngörülebilir olan üniversiteye gitme seçeneğinin doğrudan maliyetine ilaveten, herhangi bir işte çalışmayarak vazgeçilen toplam gelirin de dikkate alınması gerekir. Benzer bir şekilde, bir portföy yatırımcısı için alternatif maliyet, farklı yatırım seçeneklerinin getirileridir. Belli bir miktar parayı borsaya veya vadeli mevduat hesabına yatırmak arasında karar verilmesi gereken bir durumda, borsaya yatırım yapmanın alternatif maliyeti, vazgeçilen vadeli mevduat hesabının getirisi olacaktır. Alternatif maliyetin bir diğer uygulaması üretim kaynaklarının kullanımıyla ilgilidir. Bir ülke veya fabrika için mevcut kullanılabilir üretim faktörleri (iş gücü, makine ve ham madde gibi) ve üretim teknolojisiyle üretilebilecek ürün bileşenleri, üretim imkânları eğrisi ile gösterilir. Örneğin, sadece bilgisayar veya cep telefonu üretebilen bir fabrika için üretim imkânları eğrisi, tüm kaynaklarını kullanarak üretebileceği bilgisayar ve cep telefonu sayısı bileşenleridir. Üretilecek her bir bilgisayar için üretiminden vazgeçilmesi gereken cep telefonlarının değeri, bu fabrika için bilgisayar üretmenin alternatif maliyetidir. Bir işletme olarak bu fabrikanın kaç tane bilgisayar üreteceği, bu alternatif maliyete bağlıdır. Ağırlıklı olarak mikroekonomi alanındaki uygulamalarda karşımıza çıksa da alternatif maliyetin makroekonomi alanında da temel uygulamaları vardır. Örneğin, para politikası konusunda, hanehalkının para tutma talebini etkileyen faktörlerden birisi mevduat faiz oranlarıdır. Çünkü bu oran, hanehalkı için parayı elde tutmanın alternatif maliyeti olarak değerlendirilir. Hanehalkının elinde ne kadar para tutacağı ise toplam para arzı gibi çok temel makroekonomik değişkenleri etkiler. Örneklerde de görüldüğü gibi alternatif maliyet, üretim ve yatırım planı yapmak gibi temel ekonomik konularda olduğu kadar kariyer planı yapmak gibi daha genel alanlarda da yaygın bir kullanıma sahiptir. Alternatif maliyet, karar verme süreçlerinde doğru tercihler yapabilmek için belirleyici bir unsur olduğundan, kişiler ve toplum için verimsizliklerin azaltılmasında ve refahın artırılmasında önemli bir rol oynamaktadır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/alternatif_maliyet
|
BALYOS
|
N. Zeynep Yelçe
|
Venedik Cumhuriyeti’nin İstanbul’daki yerleşik temsilcisine verilen addır. Kökeni 11. yüzyıl sonlarında Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos’un (ö. 1118) Venediklilere verdiği ticarî imtiyazlara dayanır. 1265 yılında yapılan antlaşma ile kalıcı bir nitelik ve resmiyet kazanmıştır. Önceleri Venedik’in başka şehirlerdeki temsilcileri için de kullanılan bu tabir, zamanla sadece İstanbul’daki temsilci için kullanılır hâle gelmiştir. Bizans döneminde Venedik’in Osmanlılar ve diğer Türk beylikleri ile temaslarını da yürüten balyos, İstanbul’un fethini takip eden anlaşma sürecinde de fiilen görev almıştır. 18 Nisan 1454’te yürürlüğe giren antlaşma ile balyosluk makamının devam etmesine karar verilmiş, bu süreci Venedik elçisi olarak yürüten Bartolomeo Marcello (ö. 1456) Osmanlı nezdinde ilk balyos olarak görevlendirilmiştir. Casusluk endişeleri nedeniyle 1492-1503 yıllarında İstanbul’da balyos bulunmamıştır. 1797 yılında Venedik Cumhuriyeti’nin ortadan kalkmasıyla balyosluk makamı da sona ermiş, İstanbul’da görev yapan son balyos, Francesco Vendramin (ö. 1818) olmuştur. Balyosun birinci görevi Venedik Cumhuriyeti’ni Osmanlı devleti nezdinde temsil etmektir. Venedik’in siyasî ve ticarî çıkarlarını gözetmek, üst düzey Osmanlı yetkilileri ile resmî ve gayriresmî ilişkiler içinde olarak irili ufaklı uzlaşmazlıkların Venedik lehine sonuçlanmasını sağlamak, çeşitli törenlere Venedik Cumhuriyeti adına katılmak, antlaşma süreçlerinde müzakereleri yürütmek bu görev kapsamındadır. Balyos, ayrıca, İstanbul’da mukim Venedik cemaatinin ve ticarî faaliyetleri münasebetiyle gidip gelen Venedikli tacirlerin haklarını gözetmek, Osmanlı sınırları içinde hayatını kaybeden Venediklilerin terekelerine sahip çıkmak ve Venedik tebaasının kendi arasındaki davalarını görmek ile yükümlüdür. Doğu Akdeniz’in, Halep ve Kahire hariç, çeşitli liman kentlerinde bulunan konsoloslardan da balyos sorumludur. Balyosluk makamı, aynı zamanda, noterlik işleri sayılabilecek belge düzenleme faaliyetlerini yürütmekle de yükümlüdür. Balyosun en önemli faaliyetlerinden biri Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasî, askerî ve ticarî meseleleri hakkında bilgi toplamak ve bu bilgilerin doğruluğunu teyit ederek Venedik’e aktarmaktır. Balyosun haftada bir ya da iki kez göndermekle yükümlü olduğu, “dispacci” adı verilen bu bilgilendirmeler 16. yüzyıl ortalarından itibaren düzenli olarak arşivlenmiştir. Balyosların görev bitiminde Venedik’e geri döndüklerinde Senato huzurunda sundukları, “relazione” adı verilen raporlar 1524 yılından itibaren yazılı olarak da kaydedilmeye başlamıştır. Bu raporlar Osmanlı İmparatorluğu’nun genel durumu ile padişah ve vezirler hakkında detaylı bilgileri, balyosun görev süresi boyunca gözlemlediği hadiseleri ve edindiği çeşitli izlenimleri içermektedir. Üstlenilecek görevlerin gerektirdiği eğitim, bilgi, deneyim ve ferasete sahip olması gereken balyos, Venedik asilzadeleri içinden seçim usulü ile görevlendirilirdi. Balyosa İstanbul’da kâtipler ve tercümanlar da dahil olmak üzere 20-25 kişilik bir maiyet eşlik ederdi. Venedik Cumhuriyeti’nin ticarî çıkarlarını kollamakla görevli olmasına rağmen kendisine ticaret yapma müsaadesi verilmezdi. Öte yandan, siyasî ve ticarî bağlantıları ve görev süreleri boyunca edindikleri deneyimler, balyosların genellikle Venedik devlet hiyerarşisi içinde en üst makamlara yükselmelerine fırsat sağlamıştır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/balyos
|
BARIŞ
|
Ayşe Betül Çelik
|
Barışın tarihi savaşın tarihi kadar eskidir. Bu nedenle barışın tanımı da birçok kere farklı biçimlerde yazılmıştır. Barışı tanımlamak için öncelikle çatışmalı ortamların ne tür sorunlar ürettiğini anlamak gerekir. Çatışmalı süreçler siyasî, sosyo-ekonomik, hukukî, askerî ve benzeri birçok açıdan sorunlar üretir. Bu sorunlar, çok farklı aktörlerle farklı mekanizmalar/müdahalelerle çözülebilir. Barış, çatışmada taraf olmuş ya da öteki olarak görülen kişiler, kurumlar ve grupların birbirlerine karşı psikolojik yaklaşım, tutum ve davranışlarında bir değişiklik içermek zorundadır. Bu hem bilişsel hem duygusal hem de davranış düzeyinde değişimi gerektirir. Barış “öteki” olarak görülen grupla yeni bir ilişki kurma biçimi geliştirmektir. Dahası bu daha eşit kurulan ilişkinin kurumsal olarak koruma altına alınması ve siyasî ve iktisadî yeni zeminin dışlayıcı ve ayrımcı olmayan mekanizmalar üretmesi gerekir. Çatışmalı ortamların yarattığı ortamda üç çeşit şiddet türüne rastlanabilir: 1) Doğrudan şiddet; öldürme, tecavüz, işkence gibi, vücut bütünlüğüne yönelik saldırılardır ve diğer şiddet türlerine göre daha görülebilir niteliktedir. 2) Yapısal şiddet; iktisadî ve/veya siyasî yapılanmalarla bireyin gelişimine engel olan ve doğrudan şiddete de yol açabilecek eşitsizliklerdir. Kimlik üzerinden yaşatılan her türlü ayrımcılık, kimliklere karşı üretilmiş ırkçılık, cinsiyetçilik vb. ideolojiler ya da bu tür dünya görüşleri ile tasarlanmış kurumsal yapılar yapısal şiddet kaynaklarıdır. 3) Kültürel şiddet; toplumda bir kesimin kültürel hegemonyasını oluşturmak yoluyla ve çoğunlukla semboller ve söylemler aracılığıyla bir başka grubun gelişiminin engellenmesidir. Barış, en dar anlamında çatışmaların durması, silahların susması, fiziksel tahribatın ve ölümlerin bitmesi, yani doğrudan şiddetin sonlanması anlamında kullanılsa da (buna negatif barış diyoruz) geniş anlamda bu üç tür şiddetin sonlandığı (yani pozitif barışın tesis edildiği) bir ortamın oluşturulmasını gerekli kılar. Barış teorilerini genel çerçeveleri açısından birkaç bölüme ayırabiliriz. Bireysel dönüşüm teorileri, barışın ancak kişisel tutum, davranış ve becerilerin değiştirilmesi ve değişen bireylerin kritik bir kütle oluşturması yoluyla mümkün olacağını söyler. Bu anlamda örneğin, barış eğitimi önemli bir kaynak olarak görülür. Sivil toplum mobilizasyonu (hareketlenmesi) teorileri, sivil toplumun gücünün liderleri etkiyebileceğini, dolayısıyla güçlü bir sivil toplum iradesinin barışı sağlayacağını iddia eder. Bu alandaki çalışmalar; barış bölgeleri oluşturma, politika yapım sürecine doğrudan katılamayan ama etkileme gücü olan farklı siyasî görüşlere sahip akademisyen, sivil toplum kuruluşu temsilcisi, gazeteci gibi kimselerin bir araya gelip belli konularda görüş birliğine vararak kamuoyu oluşturması yoluyla barışı desteklemesi ve bu kuruluşların iş birliğinde bulunması olarak özetlenebilir. Sağlıklı ilişkiler ve bağlantılar teorileri, barışın ancak gruplar arasında var olan ön yargılı ve olumsuz tutumlarının bertaraf edilmesi ve daha sağlıklı ilişkilerin kurulması yoluyla sağlanabileceğini iddia eder. Bu açıdan bakıldığında barış sürecinin önündeki en önemli engel, gruplar arasında iletişimin ve ortak aidiyet duygusunun sağlanamamış olmasıdır. Bu sorun ise birbirini düşman olarak gören kesimlerin iyi planlanmış uzun soluklu diyalog çalışmaları ile bir araya getirilmesi ile ortadan kaldırılabilir. Siyaset biliminde barış dar anlamda ele alınarak sadece çatışma yaşamış tarafların liderlerinin anlaşması ve sonrasında silahları bırakarak, anlaştıkları alanlarda ilerleme kaydetmesi olarak görülmüştür. Bu açıdan barış süreçleri, üst seviye liderler arasında bir diplomatik diyalog ya da müzakereye sıkıştırılmıştır. Oysa barış alanındaki aktörler 3 seviyededir ve barış süreçleri bu üç seviyedeki aktörlerin yaptığı farklı fakat birbirini tamamlayıcı birçok yöntemi içermelidir: Üst seviye liderler, çatışmanın doğasına bağlı olarak siyasî, askerî ve dinî liderlerden oluşur. Bunlar çatışmanın taraflarını temsil etme meşruiyeti ve kapasitesi olan en üst düzey liderlerdir. Bu liderlerin konuşması, barış süreçlerinin en resmî ayağıdır. Müzakere, yani sadece tarafların konuşması ya da arabuluculuk, çatışan taraflar dışında bir aktörün yardımıyla olur. Resmî barış anlaşmaları da bu sürecin sonucunda oluşur. Orta seviye liderler, ellerinde güç bulunduran kimseler olmamakla birlikte güç sahiplerine ulaşabilen ve onları etkileyebilenlerdir. Bu seviye liderlere örnek olarak sivil toplum liderleri/üyeleri, akademisyenler, medya önde gelenleri, dinî liderler ve kanaat önderleri verilebilir. Orta seviye liderlerin ortak bir anlayış geliştirme ve en azından üzerinde anlaşılmış bazı konularda ortak eylem planları çıkarabilme amacıyla bir araya gelmeleri, sorun çözme çalıştayları, barış komisyonları veya diyalog grupları yolu ile olur. En alt seviye ise halk seviyesidir. Bu seviyede çatışmadan etkilenen halk kesimleri ve cemaat liderleri sayılabilir. Bu seviyedeki barış çalışmaları ise çatışmadan etkilenen kesimlere sosyo-psikolojik destek sağlama, ön yargı azaltma,, yerel barış komisyonları kurma ve benzeri çatışma döndürücü yöntemleri kapsamaktadır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/baris
|
ALTKÜLTÜR
|
Ali Murat Yel
|
Toplumun geniş kesimlerinden farklılaşan grup kültürüdür. Toplum ve kültür kavramları birbirlerinden farklı düşünülemez. Her toplumda genel olarak kabul görmüş ve benimsenmiş değerler, inançlar, tabular, düşünceler, tavırlar, alışkanlıklar, adet ve gelenekler vardır. Bütün bu “kabul edilmiş” değerler, normlar veya tavırlar sayesinde bireyler toplumun beklentilerine uygun davranışlar sergileyebilir. Kısaca kültür olarak adlandırılan bütün bu tutumlar sonradan öğrenilir ve nesiller boyu aktarılarak varlıklarını sürdürürler. Kültürler ait oldukları toplumlardaki tüm bireyleri kuşatmış olsa da bazı küçük (etnik veya dini) gruplar kendileri için farklı tarzlar belirleyebilir. Toplumdaki hâkim kültürden tamamen kopmadan ama bazı yönlerden ondan ayrılan altkültür, grubun dünya görüşünü yansıtan bir tavır olarak anlaşılabilir. Aslında kültürlerin tüm toplumu kapsadığı düşünülse de grup içerisindeki her bir bireyin diğer tüm üyelerle aynı şekilde hissedip benzer davranışlarda bulunması beklenemez. Son dönemlerde muhtelif ögelerden oluşan kültürlerin yerel veya bölgesel farklılardan oluştuğu görüşü yaygınlaşmaya başlamışsa da altkültür kavramının rastgele kullanılması da aynı derecede sakıncalı olabilir. Zira hâkim konumdaki grupların “kültür”ünün dışında kalanlara bir etiket ile küçümseyici bir yaklaşımda bulundukları düşünülebilir. Her ne kadar “kültür” ile altkültür birbirleriyle bağlantılı, hatta birbirlerinin uzantıları da olsalar da aralarında açık farklar da vardır. Her toplumda bir kültür mevcuttur ama bu tek toplumun içerisinde farklı farklı altkültürler de bulunabilir. Herkesin genel kültüre ait olduğu düşünülür ama toplumdaki her bireyin aynı zamanda bir altkültüre de ait olması beklenemez. Dolayısıyla birbirleri arasındaki ilişkide kültürün altkültürü etkilemesi daha olası iken zaman zaman tam tersi olabilir; altkültürler yaygın kültüre etki edebilirler. Şehrin etnik yapısı, farklı ırkların birbirleriyle ilişkileri veya suç oranları gibi farklı alanlarda yapılan kentsel ekolojik sistem çalışmaları ve şehirlerdeki farklı yerleşim bölgeleri (getto, varoş veya ekonomik olarak gelişmemiş mahalleler) üzerinde yoğunlaşan Chicago Ekolü, buralarda yaşayan nüfusun bir şekilde hâkim kültürden ayrışarak kendisine özgü bir değerler sistemi geliştirdiğini iddia etmiştir. 1930’lardaki Büyük Bunalım’dan sonra kırsal kesimlerden kentlere doğru gerçekleşen yoğun göç neticesinde şehir hayatından farklı kültürlerin ortaya çıkması ve yeni hayata uyum sağlamada yaşanan güçlüklerden dolayı işsizlik ve şiddet oranlarındaki artış dikkat çekmiştir. Belki de kent ve kentsel değişim kavramlarını sosyoloji “bilimi”ne ilk defa dâhil eden Chicago Ekolü, masa başında yapılan yayınların aksine bizzat sahadan veri toplayarak analiz etme metodunu uygulamıştır. Aralarında William I. Thomas, Robert E. Park, Ernest W. Burgess, Howard Becker ve Erving Goffman gibi sosyologların bulunduğu bu akım, hem sosyolojiye yeni bir metot getirmiş hem de yeni çalışma alanları açmıştır. Alanda Albert Cohen’in (ö. 2014) gençlik üzerine çalışmaları, onların yaşlarından ve daha önemlisi geldikleri ortamdan dolayı sosyal statü edinmedeki başarısızlıklarının, ilgili grubu kendi içlerine kapanmaya yönelttiğini ve sadece grup içerisinde makbul olan bir suça itilmiş bir “delikanlı” kültürü meydana getirdiğini iddia eder. Bu yaklaşım benzer şartlarda yaşayan insanların benzer kültürler oluşturdukları tezine dayanmaktadır. Chicago Ekolü aynı şehirde yaşayan farklı grupların farklı kültürler oluşturduklarını iddia ederken neden bu kültürlerin ortaya çıktığı konusunda yetersiz kalmıştır. Yani, lise eğitimi alan gençler ile sokaklarda gezen aynı yaş grubunun gençlerinin neden farklılaştığı pek anlaşılmamaktadır. Suç sosyolojisi denilen alan da konuya yaklaşımı açısından benzer sebeplerden eleştirilebilir. “Suç” veya daha genel olarak altkültür kavramındaki “alt -sub” ön eki bile bu kültürün hâkim olandan daha aşağıda veya ondan bir çeşit başarısızlık neticesinde ayrışmış olduğu varsayımını akla getirmektedir ve bu varsayım ile bu kültürleri anlamaya çalışmaya başlamak ön yargılı bir yaklaşıma sebep olur. Ayrıca altkültürü sadece “asıl” olana bir karşı duruş gibi göstermek de belirli bir değer yargısı dizininin sonucudur. Burada üzerinde durulması gereken noktalardan birisi de şudur. Bir yandan, bireylerin pasif ve edilgen olmaktan ziyade oldukça farklılaştıkları ve yaratıcılıkları sayesinde bağımsız bir şekilde toplumda var olduklarını varsayan Chicago Sosyoloji Ekolü’dür. Diğer yandan konumundaki sınıfların tahakkümü altında kaldıklarını savunan “Frankfurt Ekolü” ki, (2. Dünya Savaşı’ndan sonra Columbia Üniversitesinde) kitlelerin medya, üretim, ticaret ve tüketim alışkanlıkları ile kontrol altına alınmaya çalışıldığını iddia etmesidir. 1970’lerde Jock Young (ö. 2013) ile “Birmingham Ekolü”, liberal ve çoğulcu yaklaşımı olan Chicago Ekolü ile Marksist kitle toplumu anlayışını birleştirmiş ve altkültürün siyasî bir kimlik edinerek genel kültüre karşı bir direnç merkezi hâline geldiğini öne sürmüştür. Altkültürün toplum içerisinde farkındalık meydana getirmesi daha çok kitle iletişim araçları vasıtasıyla gerçekleşmiş ve bir nevi “ahlaki ürkeklik” sebebi olmuştur. Toplumdaki panik hâli de ancak bu küçük grupların kontrol altına alınmasıyla mümkün olabilecektir. Hâlbuki toplum, daha doğrusu kapitalizmin yeniden üretilmesini dikte eden kesimler tarafından kabul görmeyen gruplar gündelik hayatın sıradanlığı ile baş edebilmek için gotik, grafiti, anarşizm, dazlaklar, motosikletliler, rock, metal veya caz gibi müzik tarzları ya da punk gibi tarzlar, inançlar, davranışlar veya boş zaman aktiviteleri benimseyerek varlıklarını sürdürmek istemektedir.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/altkultur
|
AMORTİSMAN
|
Göksel Yücel
|
Birden fazla dönemde kullanılan bir maddi veya gayri maddi sabit kıymetin maliyetinin dönem giderlerine veya üretim maliyetine, varlığın ekonomik ömrü boyunca sistematik olarak yansıtılmasıdır. Böylelikle dönem kârı veya mamul maliyetlerinin daha gerçekçi olarak ölçülmesine çalışılır. Varlığın ekonomik ömrü tahmin edilirken fiziki veya teknolojik ömürleri dikkate alınır. Amortisman kavramı işletmecilik hayatına 19. yüzyılda sanayi devrimi ile birlikte, özellikle ağır sanayi işletmelerinde tesislerin yıpranma paylarının kârın hesaplanmasında dikkate alınması düşüncesiyle doğmuştur. Türkçeye Fransızca “amortissement” kelimesinden “amortisman veya itfa” olarak yüzyıl önce girmiş, zamanla sadece “amortisman” hâlini almıştır. İlerleyen yıllarda Amerikan İngilizcesindeki “depreciation” kelimesini karşılamakta kullanılmış, aynı dilde gayri maddi sabit kıymetler için kullanılan “amortization” terimi de “itfa” olarak Türkçe literatüre girmiştir. Gerek Fransızca kelime gerekse Arapça kökenli ifade özünde “yok olmak, sönmek” anlamlarını taşır. “Yıpranma payı” ifadesi daha anlaşılır olmakla birlikte, mesleki terim olarak yerleşmemiştir. Amortisman nakdi bir ödeme olmamakla birlikte, bir öz varlık erimesidir. Özellikle sanayi ve ulaştırma işletmelerinde kâr üzerinde önemli etkisi olabilir. Amortisman tahmini bir tutar olduğu için dönemsel olarak hesaplanmasında kullanılan birçok metot geliştirilmiştir. Bunlar arasında varlık maliyetinin yıllara eşit olarak yansıtıldığı doğrusal (normal, düz) amortisman yöntemi ile ilk yıllarda yüksek, giderek azalan tutarlar biçiminde hesaplama yapılan hızlandırılmış amortisman yöntemleri (azalan bakiyeler, yıl sayıları toplamı yöntemi gibi) veya üretim veya hizmet birimine göre amortisman hesaplama yöntemleri vardır. İlgili makamlara veya kişilere sunulacak kâr rakamının tespitinde önem taşıdığı için bir ülkede uygulanabilecek amortisman yöntemleri vergi mevzuatında ve varsa ülkenin muhasebe standartlarında belirlenir. Vergi mevzuatı ve standartlarda izin verilen yöntemlerin farklı olması mümkündür. Sınırsız ömrü olduğu düşünülen maddi sabit kıymetler (arsa, arazi, sanat eserleri) veya gayri maddi sabit kıymetler (şerefiye, marka değeri) üzerinden amortisman veya itfa payı genellikle hesaplanmaz.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/amortisman
|
ANARŞİ (Uluslararsı İlişkiler)
|
E. Fuat Keyman
|
Uluslararası ilişkiler teorisinde anarşi, dünyada egemen bir otoritenin olmamasını ifade eder. Anarşik bir sistemde anlaşmazlıkları çözecek, kurum ve yasalar oluşturacak, yasaları uygulayacak ve düzeni sağlayacak üstün, zorlayıcı bir güç yoktur. Üst ve ast birimler arası dikey yapılanmayı belirten hiyerarşiden farklı olarak anarşi, biçimsel anlamda eşit olan, bağımsız ve iç işlerinde egemen olan devletler arası yatay yapılanmayı ortaya koyar. Kavram 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkan toplumsal sözleşme teorileri ve 20. yüzyılın ortasından itibaren gelişen mikroekonomik teorilere dayanmaktadır. Uluslararası sistemin 1648 yılında imzalanan Vestfalya Antlaşması ile anarşik bir yapıya geçtiği varsayılır. Geleneksel uluslararası ilişkiler teorileri, anarşiyi, uluslararası sistemi ve devlet davranışlarını belirleyen düzenleyici bir ilke olarak ele alır. Diğer taraftan, farklı teoriler anarşinin devlet davranışlarını farklı şekillerde biçimlendirdiğini savunmaktadır. Kavramın temelini oluşturan toplumsal sözleşme teorilerinin, dünyada var olanı değil, var olması gerekeni ortaya koyan ahlaki bir varsayım olduğu ve dolayısıyla anarşi kavramının uluslararası ilişkileri tam olarak açıklayamadığı savunulmaktadır. Benzer bir şekilde, mikroekonomik teorinin temelini oluşturan insan doğası ve davranışı varsayımı (homoekonomikus), dünyayı tanımlayan bir gerçek değil, varsayımdır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/anarsi_uluslararsi_iliskiler
|
BALKAN ANTANTI
|
Ayşe Köse Badur
|
Balkan Antantı, İkinci Dünya Savaşı öncesinde bölgede artan tehdit ve tehlikelere karşı Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya tarafından 9 Şubat 1934 tarihinde Atina’da imzalanan bir ittifak antlaşmasıdır. Bu çerçevede imzacı tarafların, üçüncü bir devletin saldırısına uğraması hâlinde ittifak olarak savunma ve yine üçüncü bir Balkan ülkesiyle (Arnavutluk ve Bulgaristan) sürdürülecek diplomasinin, imzacı ülkelerle birlikte yürütülmesini içermektedir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından imparatorlukların çökmesi ve barış antlaşmalarının yeni kurulmuş ulus-devletleri memnun etmemesi Balkan coğrafyasında bir dizi gerginliğin yaşanmasına sebep olmuştur. Arnavutluk, Bulgaristan ve Macaristan’ın toprak talebinde bulunarak çatışmacı bir tutum içine girmesi ve bu üç revizyonist ülkenin Cihan Harbi’nde arzu ettiği yayılmayı sağlayamamış olan İtalya tarafından desteklenmesi, antantın önkoşullarını hazırlamıştır. Revizyonist ülkelerin toprak talebinde bulunduğu Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ise statükoyu korumaya yönelik olarak diplomatik yakınlaşma içine girmiştir. Türkiye 1920’ler boyunca her iki kamp ile iyi ilişkiler kurarak bir denge politikası yürütmüş ancak İtalya’nın 1930’larda Doğu Akdeniz’deki saldırgan tutumu sebebiyle statükodan yana olan ülkelerle iş birliğine gitmiştir. Türkiye, Bulgaristan olmadan paktın başarılı olabileceğine inanmasa da Lozan Antlaşması ile kurulan düzene uygun olarak savaştan uzak kalacağı mesajını vermiş ve İtalyan tehdidinden kendini koruma çabası içine girmiştir. Caydırıcılıktan uzak olan paktın son toplantısı 1940’ta gerçekleştirilmiş ancak Romanya’nın saf değiştirip mihver kuvvetlerine katılması ve Yugoslavya ile Yunanistan’ın Alman ve İtalyan işgali altında kalmasının ardından tarihe karışmıştır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/balkan_antanti
|
BATIL İNANÇ
|
Ali Köse
|
Toplumun bilgi düzeyi ve hâkim dinî anlayışıyla uyuşmayan, bu nedenle de anlamsız görünen, bununla birlikte bireye psikolojik yarar sağlayan, nesilden nesile devam eden, nesnelere ve insanlara doğaüstü güç atfeden inanç ve uygulamalardır. Batıl inanç ve davranışlar kaynak açısından dört grupta değerlendirilebilir: 1. Herhangi bir dinî ve kozmolojik anlayışın uzantısı olanlar: Cin, şeytan ve büyü gibi inançlar etrafında oluşan çeşitli batıl inanç ve davranışlar. 2. Sosyal olarak paylaşılan batıl inançlar: Kara kedi görmeyi uğursuzluk saymak veya sayı sistemlerine inanmak. 3. Doğaüstü tecrübeler: Olağanüstü algılamayı gerektiren beden dışı deneyimler. 4. Kişisel batıl inançlar: Uğurlu sayıya veya şapkaya inanmak. Batıl inanç ve davranışlar içerik açısından dört grupta değerlendirilebilir: 1. Bireyin hayatındaki önemli olaylarla (doğum, evlilik vb.) ilgili inançlar: İnsanın göbek kordonunun gömüldüğü yerde yaşayacağı inancı gibi. 2. Günlük işlerle ilgili batıl inançlar: Belirli günlerde belirli işlerin yapılmasının uğur ya da uğursuzluk getireceğine inanmak. Salı günü iş yapmanın yahut yolculuğa çıkmanın, iki bayram arası düğün yapmanın, on üç sayısının uğursuzluk getireceği inancı gibi. 3. Hayvanlarla ilgili batıl inançlar: Baykuş veya karga ötüşünün ölüm haberi getireceği, kara kedi veya köpek görmenin uğursuzluk getireceği inancı gibi. 4. Din alanındaki batıl inançlar: Ulûhiyet, gayb bilgisi, ölülerden medet ummak, cinlerle ilgili batıl inançlar. Batıl inançların kökeninde bilgi eksikliği, şartlanma, korku, çaresizlik, belirsizlik, güvende olma ve geleceği bilme arzusu gibi nedenler olabilir. Ancak batıl davranışların alışkanlık hâlini almasındaki en temel neden, bunların bireye fayda sağladığına inanılmasıdır. İnsanlar batıl davranışlara genellikle zor zamanlarda ve çaresizlik anlarında başvurur. Normal zamanlarda ise batıl inançlar sadece inanç düzeyinde kalır. Batıl inanç ve davranışlar en ilkel kabileden en modern topluma kadar tarih boyunca her coğrafyada görülen psikososyal bir olgudur. Aslında tarihe bakıldığında insanlar arasında bâtıl inançlı olanlar ve olmayanlar şeklinde kesin bir ayrım yapmak mümkün değildir. Her insanda az ya da çok batıl inanç olabilir. Günümüz insanı da zaman zaman batıl inançlara yönelmekte ve batıl davranışlardan medet ummaktadır. Modern yaşam tarzının batıl inançları ortadan kaldıracağı şeklindeki beklentiler bugüne kadar gerçekleşmemiştir. Dahası, modern kültür yeni formlarda batıl inançlar üretmiştir. Batıl inanç ve davranışlar günümüzde kültürel çözülmelerin ve ekonomik krizlerin yaşandığı zamanlarda daha fazla görülebilir. Modern dünyaya ait olan bu problemler de batıl inançların devamını sağlamaktadır. Eskiden doğa olayları karşısındaki çaresizliği nedeniyle batıl inançlara yönelen insanoğlu, bugün ekonomik krizler veya ailevi problemler nedeniyle aynı eğilimi sergilemektedir. Çaresizlik hissine kapılan kişi, kendisine destek olacak bir mekanizma arayışıyla batıl inançlara yönelebilmektedir. İslâm dini Cahiliye döneminde yaygın kabul görmüş, ancak herhangi bir doğru inanca ve mantıklı açıklamaya dayanmayan inanç ve davranışları batıl olarak değerlendirmiş ve reddetmiştir. Meselâ, deve veya koyun gibi hayvanların bazı sebep ve bahanelerle putlara kurban edilmesi veya Allah’a adanarak serbest bırakılması yasaklanmıştır (Mâide Sûresi 5/103). Hz. Peygamber Cahiliye döneminde çok yaygın bir hurafe türü olan uğursuzluk inancına karşı çıkmış, hiçbir varlık, eşya veya olayda uğursuzluk bulunmadığını vurgulamıştır (Buhârî, “Tıb”, 19; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 24). Oğlu İbrahim’in henüz çok küçükken vefat ettiği gün meydana gelen Güneş tutulmasını, bu ölümle ilişkilendirenlere, “Ay ve Güneş Allah’ın kudretini ve yüceliğini gösteren birer delildir. Bir kimsenin doğumu veya ölümü üzerine tutulmazlar,” diyerek bu yorumun yanlış olduğunu söylemiş ve böyle tutulmaların gerçekleştiği zamanlarda namaz kılıp Allah’a dua edilmesini tavsiye etmiştir (Buhârî, “Küsûf” 17, “Bed’ü’l-Halk”, 4).
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/batil_inanc
|
ANTİSEMİTİZM
|
Melih Çoban
|
Düşünsel ve pratik zeminlerde Yahudilere yönelik ayrımcılık, düşmanlık ve nefret içeren genel bir durumu ifade eder. Antisemitizm, bir ideolojiden ziyade bir zihniyettir. Terminolojik açıdan, Sami kökenli halklara, yani Yahudiler, Araplar ve Aramilere karşı olmak anlamını taşımasına rağmen tarihsel pratiği boyunca sadece Yahudi karşıtlığı olarak var olmuştur. Terim ilk defa Alman gazeteci Wilhelm Marr (ö. 1904) tarafından 1879 yılında yazdığı bir makalede kullanılmıştır. Antisemitizm, kendisini sözlü ve fiziksel olmak üzere iki farklı boyutta gösterir. Sözlü açıdan, Yahudilere yönelik genelleyici ve kimliklerini vurgulayıcı nitelikte suçlama, aşağılama, tehdit ve nefret içeren söylemler bu kapsama girerken, fiziksel açıdan cana ve mala yönelik saldırılar (şahıslara yönelik saldırı, yaralama, öldürme, katliam, ibadethane ve mezarlık gibi Yahudi sosyal kurumlarına saldırı vb.) antisemitist eylemler olarak karşımıza çıkmaktadır. Antisemitizm, tarihsel süreçte değişen siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik koşullara bağlı olarak tarihin farklı evrelerinde ortaya çıkan farklı varyasyonlarıyla gelişmiştir. Amerikalı rahip ve tarihçi Edward Flannery’e (ö. 1998) göre tarih boyunca dini, ekonomik ve siyasi, milliyetçi ve son olarak ırkçı olmak üzere dört farklı tip antisemitizm ortaya çıkmıştır. Tarihsel süreçte antisemitizmin ilk ve en uzun süreli örnekleri, dinî nitelikte olmuştur. Dinî antisemitizmin görece daha kısa süren ilk evresinde, tek tanrılı bir inanca sahip olan Yahudilerin içlerinde yaşadıkları, Romalılar gibi çok tanrılı inanç mensubu ilk çağ toplumlarında maruz kaldıkları bazı kısıtlama, baskı ve saldırılar yer almıştır. Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmî dini olmasını ve Kilisenin kurumsallaşmasını takiben, Orta Çağ başlarında tamamen Hristiyanlaşmış bir Avrupa’da kilise öğretisinin Yahudilere yönelik olumsuz bakış açısı, dinî antisemitizmin esas temellerini oluşturmuştur. Kilise doktrinine göre Hz. İsa’nın çağrısı, sadece paganları değil, Yahudileri de kapsamaktaydı. Buna göre Yahudiler, artık hükmü kalmadığı iddia edilen Eski Ahit’i bir kenara bırakarak Yeni Ahit’in öğretisini benimsemeli, yani Hristiyanlığa geçmeliydiler. Yahudilerin, umulanın aksine kendi dinî kimliklerini terk etmemeleri karşısında kilisenin tepkisi daha da sertleşti. Hz. İsa’nın öldürülmesinden de Yahudilerin sorumlu olduğu, dolayısıyla Yahudilerin peygamber katili oldukları söylemi kilise propagandasının içinde yoğun bir şekilde yer almaya başladı. Hristiyan halk tarafından yoğun kabul gören bu söylemler, süreç içinde Yahudilere yönelik bir dizi iftiralarla daha da pekiştirilmiştir. Bunların en ünlüleri, Yahudilerin ayin yapmak için Hristiyan erkek çocuklarını öldürüp kanlarını kullandıklarını iddia eden kan iftiraları ve Yahudilerin kiliselerden kutsanmış ekmekleri çalarak bunları parçaladıklarına dair kutsanmış ekmek iftiralarıdır. Bu süreçte, dinî antisemitizm, Yahudilerin Hristiyanların baş düşmanları olduğunu iddia edecek kadar radikal bir seviyeye ulaşmıştır. Daha çok söylem ve çeşitli sosyal kısıtlamalar boyutunda seyreden Hristiyan antisemitizmi, Haçlı Seferleri ile fiziksel saldırı ve katliam boyutuna ulaşmıştır. Esasen, kutsal toprakları Müslümanlardan kurtarmak gibi bir misyonu olan Haçlı seferlerinin 1096-1320 yılları arasındaki farklı dalgalarında, Kudüs’e doğru ilerleyen Haçlı orduları, karşılarına çıkan pek çok Yahudi yerleşimine saldırıp buralarda yaşayan Yahudileri katletmiştir. Haçlı Seferleri ile başlayan katliamlar serisi, ilerleyen yüzyıllar boyunca Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde devam etmiştir. 14. yüzyıl ortalarında Avrupa’yı kasıp kavuran veba salgınını, aslında su kuyularını zehirleyen Yahudilerin çıkardığına dair söylentileri takiben pek çok Yahudi, Hristiyanlarca katledilmiştir. Katliamların yanı sıra Orta Çağ Avrupa’sında çok sık rastlanan bir başka antisemitist uygulama da sürgünlerdir. Dönem dönem farklı krallıklarca uygulamaya konulan sürgünlerle bu krallıklar bünyesinde yaşayan Yahudilerin bir kısmı sınır dışı edilmiştir. Bu uygulamaya, 1290’da İngiliz Yahudilerinin sınır dışı edilmesi ve 1336’da yüz bine yakın Yahudinin Fransa’dan kovulması gibi olaylar örnek teşkil etmektedir. 14. yüzyıldan itibaren Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu hâkimiyeti altındaki pek çok Alman şehrinde de dönem dönem Yahudilerin sürgün edilmesi, Yahudilerin ticari ve sosyal faaliyetlerine kısıtlamalar getirilmesi, Yahudilerin koruma parası adı altında yönetici sınıfa haraç ödemeye zorlanması ve hatta Yahudilerin şehrin dışında ayrı bir yerleşimde yaşamaya zorlanması gibi antisemitist uygulamalar uzun yıllar boyunca vuku bulmuştur. Getto adı verilen Yahudi mahallelerinin kökeni bu zorunlu yerleşimler olup, bu uygulama 20. yüzyılda Nazilerin işgal ettiği bölgelerde yeniden hayata geçirilecektir. Endülüs Emevilerinin İber Yarımadası’ndaki siyasî varlıklarının sona ermesini takiben 1492’de İspanya ve devamında 1497’de Portekiz’deki Yahudilerin ülkeden kovulması, sürgün uygulamalarının farklı bir örneğini oluşturmaktadır. Önceki örneklerin aksine, İber Yahudilerine, sürgünü reddederlerse din değiştirip Hristiyan olmaları veya ölüm cezasını kabullenmeleri seçenekleri sunulmuştur. Büyük kısmı sürgünü tercih eden Yahudilerin bir kısmı da Hristiyanlığa geçmiş ve literatürde dönmeler (conversos) olarak anılmışlardır. Din değiştirmeye zorlama da bir başka antisemitist uygulama olarak dönem dönem Avrupa’nın farklı bölgelerinde öne çıkmıştır. İleride Nazilerin kullanacağı bir başka antisemitist uygulama da, 1215 yılında toplanan Dördüncü Lateran Konseyi’nde kilise ileri gelenlerinin çıkarmış olduğu kıyafet kanunudur. Buna göre Yahudilerin, kıyafetlerine damga, yama veya şapka gibi dinî kimliklerini vurgulayan bir aksesuar eklemeleri gerekiyordu. Yahudi damgası adı verilen bu ayrımcı uygulama Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde uzun yıllar boyunca yürürlükte olmuştur. Orta Çağı takiben dinî reform, aydınlanma ve milliyetçilik akımları da Avrupa’da Yahudilere yönelik ayrımcı tutumu ortadan kaldırıcı pek bir değişiklik ortaya koyamamıştır. Kiliseye meydan okuyan protest bir Hristiyanlık anlayışının öncüsü olan Martin Luther (ö. 1546) bile, Yahudileri, kötü doğaları değiştirilemez olan umutsuz ve zararlı varlıklar olarak nitelerken, Voltaire (ö. 1778) gibi bazı aydınlanma filozofları da Yahudilerden kuşku duyan bir tutum içerisinde olmuştur. Esasen, Eski Rejim’in yıkılışı ve ulus devletlerin yükselişine şahit olan 18. ve 19. yüzyıllarda antisemitizm, uzun yüzyıllar boyunca hâkim olan dinî niteliğini kaybedip yeni varyasyonlarını ortaya koymaya başlamıştır. Bu modernleşme döneminde Avrupa toplumlarında meydana gelen köklü toplumsal değişimler karşısında ekonomik, siyasî ve milliyetçi antisemitist söylem ve hareketler ön plana çıkmaya başlamıştır. Ekonomik antisemitizm, esasen Orta Çağ Avrupası’nda dinî antisemitizmin altına saklanmış bir şekilde, yönetici sınıfların inisiyatifiyle kendisini göstermekteydi. Orta Çağ boyunca Yahudilerin toprak sahibi olmasının yasaklanması Yahudileri tefecilik, tüccarlık ve zanaatkârlık gibi işlere yöneltmişti. Bu işler sayesinde zenginleşen Yahudilerin mal varlıklarına, dinî söylemler bahane edilerek çoğu zaman yönetici sınıflarca el konulurdu. Modernleşme döneminde ise sanayi devrimi ile beraber gelişmeye başlayan burjuvazi sınıfı içerisinde Yahudilerin yoğun biçimde yer alması, Yahudi olmayan girişimcilerin bazılarını rahatsız ediyor ve ekonomik rekabet ortamında antisemitist söylemlerin yeşermesine olanak veriyordu. Bu dönemdeki ekonomik antisemitizmin en temel söylemi, Yahudilerin içlerinde yaşadıkları toplumların bireylerini sömürdüğü ve topluma gerçek bir katkıda bulunmadan kendi çıkarlarını gözeterek sürekli zenginleştikleri ve ulusal ekonomileri ele geçirdikleri şeklindedir. siyasî açıdan ise yine bu dönemde yayılmaya başlayan ve Avrupa’daki mevcut siyasî düzeni tehdit eden cumhuriyet, milliyetçilik ve ulus-devlet gibi kavramların ve de sosyalizm/komünizm gibi yeni ideolojilerin asıl mimarlarının, değişen bir Avrupa düzeninde Hristiyanlar karşısında daha avantajlı bir konuma ulaşmayı hedefleyen Yahudiler olduğu şeklinde bir antisemitist söylem oldukça etkili olmuştur. Antisemitizmin milliyetçi boyutu ise Yahudilerin yeni kurulan ulus devletlere vatandaşlık bağı ile entegre olmuş gözüken, oysaki aslında kendilerini her zaman geniş toplumdan ayrı bir yerde tutan ve kimliklerine ve kolektif çıkarlarına bağlı kalan bir topluluk oldukları şeklindeki bir eleştiri olarak öne çıkmıştır. 19. yüzyıl sonlarına doğru, antisemitizmin, diğer varyasyonlarına kıyasla daha radikal bir tipi olan ırkçı antisemitizm Almanya’da gelişmeye başlamıştır. Bizzat antisemitizm kavramının isim babası olan Wilhelm Marr ve Adolf Stoecker (ö. 1909), Moritz Busch (ö. 1899) ve Otto Böckel (ö. 1923) gibi önde gelen antisemitist yazar ve politikacıların damgasını vurduğu bu dönemde, Almanya’da çeşitli antisemitist kuruluşlar ırkçı nitelikte bir Yahudi karşıtı propagandayı kullanarak Yahudi sorununu Alman siyasî arenasının gündemine sokmuşlardır. Ort Çağ Avrupa’sındaki Yahudi/Hristiyan ikiliği, bu yeni tip antisemitizmde yerini Yahudi/Cermen ikiliğine bırakmıştır. Yahudilerin yüzyıllardır Cermenleri sömürdüğü ve Cermenlerin yükselmesini engellediği, aslında Cermenlere kıyasla daha düşük bir ırk olan Yahudilerin bu hâkim konumunun sona ermesi gerektiğini savunan bu yeni tip antisemitizmin Almanya’da ortaya çıkması aslında tesadüf değildir. Almanya’nın ulusal birliğini 1871 gibi görece geç bir yılda tamamlamış olması, Almanya’da yeni yeşeren siyasî arenada birbiriyle rekabet eden pek çok siyasî hareketin bulunması ve Yahudi karşıtlığının bu ortamda uygun bir popülist söylem malzemesi olması, o dönemde tüm Avrupa’da yükselen siyasî milliyetçiliğin ve akademik düzeydeki ırk çalışmalarının ve kuramlarının oldukça popüler olması, Napolyon ordularının işgal ettiği Alman şehirlerindeki Yahudilere vatandaşlık hakkı tanınmış olması ve en nihayet, antisemitizmin hâlihazırda pek çok Alman şehrinde uzun yıllara dayanan bir pratik geçmişinin olması gibi etkenler, Almanya’nın yeni ırkçı antisemitizmin beşiği olmasını kolaylaştırmıştır. Kuramsal bazda geliştirilen bu ırkçı antisemitizm, takip eden yüzyılda Naziler tarafından uygulamaya konulmuş ve milyonlarca Yahudinin soykırıma uğrayıp katledilmesiyle sonuçlanmıştır. 19. yüzyıl Avrupası’nda Almanya dışında Rusya ve Fransa’da da antisemitizm çeşitli olaylarla kendisini göstermiştir. Rusya’da birbiri ardına meydana gelen ve pogrom denilen katliamlar ve Fransa’da Yahudi asıllı Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un (ö. 1935) haksız yere vatana ihanetle suçlandığı dava, antisemitizm tarihine damgasını vuran diğer önemli gelişmeler arasında yer almıştır. Yine, bu yüzyılda ortaya atılan mason/Yahudi ittifakı, İlluminati örgütü, Siyon Bilgelerinin Protokolleri kitabı ile yayılan küresel Yahudi hâkimiyeti gibi düşünceler de, Avrupa’daki antisemitizmin gelişmesine ve yayılmasına katkıda bulunmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında İsrail Devleti’nin kurulmasını takiben “yeni antisemitizm” diye adlandırılan bir varyasyon ortaya çıkmıştır. Daha çok İslâm toplumlarında, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı zulümden kaynaklanan ve ulusal güvenlik bahanesi ile bölgedeki başka milletlerin egemenlik ve insanlık haklarına tecavüzü yol edinen tutumu dolayısı ile siyonizm karşıtı söylemlerin çoğu zaman İsrail devleti ile Yahudilerin özdeşleştirildiği bir söylem gelişmiştir. İsrail’in, aynı zamanda çoğu zaman Batı emperyalizminin Orta Doğu’daki uzantısı gibi görülmesi de bu söylemi destekleyen bir faktör olmuştur.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/antisemitizm
|
BEKLENTİLER (İktisat)
|
Aydın Çelen
|
İktisadî birimler çoğunlukla belirsiz bir ortamda karar almak durumundadır. Geleceğe yönelik kesin bilgiye ulaşılmasının mümkün olmaması ya da mümkün olsa da maliyetli olması nedeniyle bilgi eksikliği ve dolayısıyla belirsizlik ortaya çıkar. Bu da dönemler arası kararlarda geleceğe yönelik beklentilerin ortaya konmasını zorunlu kılar. Bir başka ifadeyle, iktisatta beklentilerin analize dâhil edilmesi ihtiyacı, esas olarak iktisadî birimlerin karar alma süreçlerinde karşı karşıya kaldıkları belirsizliklerden kaynaklanır. Hanehalkı ve firmaların geleceğe yönelik beklentileri, cari dönemdeki seçimlerini ve kararlarını etkiler. Örneğin, bir ürünün fiyatının diğer ürünlerinkine kıyasla daha fazla artmasının beklendiği bir ortamda, bu ürünü kullananlar fiyat artışlarından etkilenmemek için cari dönemde bu üründen satın almak isteyeceklerdir. Bu da söz konusu ürünün cari dönemdeki talebini ve dolayısıyla fiyatını artıracaktır. Tam tersine, fiyatı düşeceği beklenen ürünlerin talepleri ertelenecek, sonuç olarak ürünün talebi ve fiyatı cari dönemde düşmeye başlayacaktır. Geleceğe yönelik beklentiler cari dönemdeki kararları etkilediğinden, beklentilerin oluşumu gerek teorik gerekse ampirik çalışmalar açısından büyük önem taşır. “Beklenti” kavramı, sonucu bilinmeyen olaylar karşısında karar vericilerin tecrübeleri ve sezgileri ışığında edindikleri tutumları, eğilimleri ve öznel inanışları olarak tanımlanabilir. Beklentiler geleceğe yönelik olmak zorunda değildir. Geçmişte ya da cari dönemde gerçekleşen ve karar verici tarafından sonucu bilinmeyen olaylara yönelik de beklenti oluşabilir. Ancak iktisadî açıdan beklenti çoğunlukla, gelecekteki fiyatlar, maliyetler, satışlar, gelirler, vergiler gibi iktisadî değişkenler ile pazarlardaki muhtemel gelişmelere yönelik olarak ortaya konan tahminleri ifade etmektedir. Beklenti ve belirsizlik kavramları John M. Keynes (ö. 1946) (1936) tarafından ayrıntılı bir biçimde ele alınmıştır. Keynes (1936) beklentileri uzun ve kısa dönemli beklentiler olmak üzere ikiye ayırmıştır. Keynes’e göre bireyler tahmin becerileri hem kısa ve hem de uzun dönemde çok iyi olmadığından hata yapabilmektedir. Teşebbüslerin, geliştirdikleri beklentiler ışığında kısa vadede üretim ve istihdam düzeyine ilişkin kararlar vermeleri gerekir. Kısa dönem için yapılan yanlış tahminler, üretimin fazla veya eksik yapılmasına, bu durum da stokların artmasına veya azalmasına neden olabilir. Efektif talep ile arz arasındaki bu tür bir dengesizliğin giderilmesi için piyasaya müdahale edilmesi gerekir. Uzun dönemli beklentiler ise yatırım kararlarında merkezî bir rol oynar. Dönem uzun olduğu için uzun vadeli beklentilerde belirsizlik daha da ön plana çıkar ve beklentilerle uyumlu gelişmelerin gözlenme ihtimali daha da düşer. İktisadî birimlerin bir iktisadî değişkenin gelecek değeri hakkında bir beklenti oluştururken nasıl bir yol izledikleri hususunda iki temel hipotez ileri sürülmüştür: Uyarlanmış (Adaptif) Beklentiler Hipotezi ve Rasyonel Beklentiler Hipotezi. P. D. Cagan (1956) ve M. Friedman (1957) tarafından geliştirilen Uyarlayıcı Beklentiler Hipotezi’ne göre, bireyler iktisadî değişkenlerin gelecekteki değerlerine ilişkin beklentilerini, söz konusu değişkenlerin geçmiş dönemdeki ortalama ya da ağırlıklı ortalama değerlerine bakarak oluşturmaktadır. Bireyler beklentilerini periyodik olarak gözden geçirmekte ve beklenen değerler ile gerçekleşen değerler arasında fark olduğunda beklentilerini düzeltmektedir. Dolayısıyla, beklentiler gerçekleşen değerlere gecikmeli de olsa tepki vermektedir. Uyarlanmış Beklentiler Hipotezi’ne dayalı modellerin hatalı tahminler üretmesi neticesinde Rasyonel Beklentiler Hipotezi ileri sürülmüştür. Rasyonel Beklentiler Hipotezi mikro iktisatta ilk kez Muth (1961) tarafından Cobweb Modeli’ne yönelik olarak kullanılırken hipotezin makro iktisattaki ilk sistematik kullanımı Lucas (1972) ve Sargent ve Wallace (1975) tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu hipoteze göre, firmaların ve bireylerin beklentileri (daha genel olarak, subjektif olasılık dağılımı) aynı bilgi seti altında tahmin teorisi (objektif olasılık dağılımı) ile uyumlu olacaktır. Rasyonel Beklentiler Hipotezi’ne göre de bireyler hata yapabilir ancak Uyarlanmış Beklentiler Hipotezi’nin aksine, geçmişte yaptıkları hatalardan ders alırlar ve dolayısıyla sistematik hata yapmazlar.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/beklentiler_iktisat
|
ANAERKİLLİK ve BABAERKİLLİK
|
Serpil Altuntek
|
Anaerkillik (Maderşahilik), kadının kendi aile grubu ve topluluğu üzerinde mutlak otoriteye sahip olduğu varsayımsal bir toplumsal sistemdir. 19. yüzyılda, sosyal evrim anlayışı çerçevesinde birtakım kültür sınıflamaları yapıldı ve ailenin evrimi sınıflaması ilk defa İsviçreli hukuk tarihçisi Johann Jakob Bachofen’ın (ö. 1887) Ana Hukuku (1861) başlıklı eserinde yer aldı. Bachofen, tarih öncesi toplumların başlangıçta heterizm (cinsel özgürlük) aşamasında olduğu, daha sonra anaerkil ve ardından babaerkil tipi aile aşamasına evrildiğini ileri sürdü. Bu düşünce Friedrich Engels gibi dönemin öncü figürleri tarafından da benimsendi. Bachofen’ın klasik, kökü Yunan kaynaklarındaki kadın egemen toplumlara ilişkin mitlere dayanan anaerkillik düşüncesi, bazı “ilkel” toplumların cinsel ilişki ve hamilelik arasındaki bağlantıyı kavrayamadıkları varsayımı üzerinden kanıtlanmaya çalışıldı. Buna göre, bu türden toplumlarda belirgin bir babalık fikri yoktu. Erkekler babalığı keşfettiklerinde, kadınları tekelleri altına almayı ve çocukların kendi soylarından olmasını talep ettiler. Bu, varsayımsal bir düşünceydi ve yanlış bir çıkarımla, babaerkil toplumdan önceki toplumun anaerkil olduğu kabul edildi. Oysa bazı “ilkel” toplumlarda (örn. Amerika yerlisi Irokualar) gözlendiği şekliyle akrabalık ilişkilerinin merkezinde kadının olması, onun, ailesi ve topluluğu üzerinde bir otoritesi olduğundan değil, soy çizgisi anne tarafından izlendiği içindi. Bir başka deyişle, bu türden toplumlarda anaerkillik değil, anayanlı soy sistemi vardı. Ekonomik ve siyasal olarak baskın olan yine erkekler (kadının erkek kardeşi, dayısı, vb.) idi. Bu konu üzerindeki tartışmalar, 1970’lerden sonra feminist yaklaşımlar tarafından yeniden gündeme getirildi; ancak anaerkil toplumun varlığına ilişkin kesin bir kanıt ortaya konamadı. Babaerkil (pederşahilik) terimi, sosyal evrimciler tarafından anaerkil teriminin karşıtı olarak formüle edildi. Arkeolojik araştırmalar, örneğin antik Romalıların babaerkil bir toplum olduğunu ortaya koydu. Aile reisinin mutlak otoritesi vardı; çocuklar ve köleler üzerinde yaşam ve ölüm gücüne sahipti. Babaerkillik bazen babasoylu toplumlarla ilişkilendirilir, ancak antropologlar babasoyluluğun erkek egemenliği için gerekli bir koşul olmadığını göstermişlerdir. Günümüzde babaerkil teriminden ziyade ataerkil terimi, erkeklerin en prestijli toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel kurumların kontrolüne sahip olduğu durumları ifade etmek için kullanılmaktadır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/anaerkillik_ve_babaerkillik
|
ALGI
|
Tuğba Uzer Yıldız
|
Duyularımızdan alınan bilgilerin işlenmesi, yorumlanması ve anlamlandırılmasıdır. Algısal süreç çevrede meydana gelen bir uyaranla (binalar, ağaçlar) başlar. Öncelikle cisimden yansıyan ışık insanın gözüne yansır. Yansıyan ışık göze ulaştığında, gözün ön kısmında yer alan kornea ve onun arkasında yer alan lens, retina üzerinde cismin görüntüsünü oluşturur. Yani çevresel uyaran, insan gözünde bulunan retina üzerindeki bir görüntüye dönüşür ve bu görüntü insan gözündeki cismi temsil eder. Gözün ardındaki görsel alıcılar (reseptörler), cisimden yansıyan ışığı algıladıklarında, taşıdıkları ışığa duyarlı kimyasallar sayesinde, ışık enerjisini elektrik enerjisine dönüştürürler. Bu dönüşüme iletim (transduction) denir. Bu iletim olmazsa retina üzerinde oluşan cismin görüntüsü beyne ulaşamaz ve algı gerçekleşmez. Görsel alıcılar aynı zamanda algıyı şekillendirirler. Örneğin, bazı pigmentler ışık spektrumunun mavi-yeşil kısmındaki ışığa tepki verirken, bazı pigmentler spektrumun sarı-kırmızı kısmına tepki verir. Bu da farklı renklerin algılanması sürecinde önemli bir yer tutmaktadır. İletim gerçekleştiğinde, cisim çok sayıda görsel reseptörde elektrik sinyallerine dönüştürülür ve bu sinyaller retinadan başlayarak beyindeki birbirine bağlı geniş bir nöron ağına ulaşırlar. Bu ağ içerisinde sinyaller işlenir ve bu sürece nöral işleme adı verilir. Bazı sinyaller ters yönde ilerlerken bazıları indirgenir, bazıları da güçleri arttırılmış olarak beyne ulaşır. Gözde olduğu gibi diğer duyularda da dış dünyadan gelen uyaran, ilgili duyu organında bulunan alıcılar aracılığıyla elektrik sinyallerine dönüşür. Bu sinyaller daha sonra duyusal nöronlara ve beyin yolundaki birtakım yapılar üzerinden de beyne iletilirler. Her bir duyudan gelen elektrik sinyali, beynin serebral korteksinde ilgili duyunun birincil alıcı alanına ulaşır. Görmeden sorumlu birincil alıcı alan, oksipital lobda yer alır. Duymakla ilgili birincil alan temporal lob iken dokunma duyularının birincil alıcı alanı parietal lobdur. Frontal lob ise tüm duyulardan gelen sinyalleri alır, iki ya da daha fazla duyudan gelen bilginin koordinasyonunu sağlar. Bir nesnenin algılanmasında bazen hem aşağıdan-yukarıya, hem de yukarıdan-aşağıya bilgi işleme süreçleri etkilidir. Aşağıdan-yukarıya bilgi işleme, duyu organlarındaki alıcılara gelen uyaran temelli işlemedir. Yukarıdan-aşağı bilgi işleme ise algı süreçlerinde bilginin kullanılmasıdır. Örneğin, el yazısı okunmaz derecede kötü olan bir doktorun verdiği reçeteyi biz okuyamazken eczacı ilaçlar hakkındaki bilgisini kullanarak bu reçeteyi rahatlıkla okuyabilir. Nesneleri nasıl algıladığımızı açıklamada yukarıdan-aşağı bilgi işleme süreçlerinin önemi, Gestalt psikologları olarak adlandırılan bir grup tarafından vurgulanmıştır. Gestalt psikologları, uyaranların bir araya gelip belirli yasalar çerçevesinde nasıl örgütlendiklerini ve algılandıklarını anlattıkları bir dizi algısal örgütleme yasası ortaya koymuşlardır. Bunların başlıcaları iyi süreklilik yasası, basitlik yasası (pragnanz), benzerlik ve anlamlılık yasasıdır. İyi süreklilik yasası, birleştirildiklerinde düzgün hatlar yaratan noktaların birbirine ait görünmesidir. Aynı yasa kapsamında, başka nesnelerle, onların altında kalacak şekilde örtüşen nesneler, üstteki nesnenin devamı olarak algılanır. İyi biçim yasası, uyarıcı örüntülerinin mümkün mertebe en basit olacak şekilde algılanmasıdır. Benzerlik yasası, benzer şeylerin (örn., aynı renge sahip öğeler) birlikte gruplanmış gibi görünmesine denir. Anlamlılık ya da aşinalık yasası da tanıdık ya da anlamlı örüntüler oluşturan öğelerin birlikte gruplanma eğiliminde olmasını ifade eder. Algı çalışmalarında psikofiziksel yaklaşım ve fizyolojik yaklaşım olmak üzere iki yaklaşım bulunmaktadır. Psikofiziksel yaklaşım, uyaranlar ile davranışsal tepki arasındaki ilişkiyi ölçmektedir. Yatay ve dikey olarak sunulan çizgilerden hangisinin daha iyi görüldüğünü anlamak için yapılan testler psikofiziksel yaklaşıma örnek olarak verilebilir. Psikofiziksel yaklaşımlarda algı eşiğinin ölçülmesi önemlidir. Algı eşiği, algılanan en küçük uyarıcı değeri demektir. Örneğin, bir kişinin duyabildiği sesin şiddeti 40 desibel ise; bu kişi için işitme eşiği 40 desibeldir. Eşiğin belirlenmesi için çeşitli yöntemler kullanılır. Örneğin, kişiye artan veya azalan düzeyde uyaranlar (örn., farklı şiddette ses) sunulur. Katılımcı uyaranı algılamayıp hayır diyene kadar her yoğunluk test edilir. Bu şekilde katılımcıların hepsi test edilir ve “evet”ten “hayır”a olan geçiş noktalarının katılımcılar arasındaki ortalaması hesaplanarak o uyaranın algılanma eşiği hesaplanır. Fizyolojik yaklaşım hem uyaranlarla fizyolojik tepkiler hem de fizyolojik tepkilerle davranışsal tepkiler arasındaki ilişkileri ölçer. Örneğin, hayvana yatay, dikey ve eğilimli uyaranlar sunulur ve optik görüntüleme tekniği ile hayvanın görsel korteksinde hangi alanlarda aktivite olduğu ölçülür.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/algi
|
BEKTAŞÎLİK
|
Ahmet Yaşar Ocak
|
Bugünkü hüviyetiyle Balım Sultan’la (ö. 1516) başlayan, etkisi ve geleneği günümüze kadar uzanan bir tarikattır. Bektaşî an’anesinde Hacı Bektaş’tan sonra ikinci pîr kabul edilen Balım Sultan, 1501’de II. Bayezid tarafından Dimetoka’daki Seyyid Ali Sultan tekkesinden getirilerek Sulucakaraöyük’teki Hacı Bektaş Tekkesi’nin şeyhliğine tayin edildi. Balım Sultan içinde yetiştiği Kalenderî gelenekteki teşkilât, doktrin, âyin ve erkânı yeniden düzenleyerek kurduğu Bektaşiliğe uyarlamıştır. Bektaşî tarikatı böylece Osmanlı iktidarının himayesinde kurulmuş oldu. Tarikat II. Mahmud tarafından 1826’da Yeniçeri Ocağı’yla birlikte ilga edilinceye kadar varlığını kesintisiz sürdürmüştür. Bektaşîlik bu tarihten itibaren Yeniçeri Ocağı’nın güçlü desteğinden mahrum olarak varlığını devam ettirmiştir. 1908’deki II. Meşrutiyet inkılâbından sonra da tekrar faaliyetlerine devam eden Bektaşîlik, 1925’te bütün tarikatların, tekke ve zâviyelerin kapatılmasıyla Türkiye’de resmen ortadan kalkmış ise de gerçekte bütün öteki tarikatlar gibi günümüze kadar gelmiştir ve varlığını sürdürmektedir. Bektaşîliğin gerçek anlamıyla Şiîlikle ilgisi yoktur. Bektaşîliği Şiî bir tarikat kabul etmek yerine Bektaşîlikte Şiî tesirlerden söz etmek daha doğrudur. Bektaşîliğin başından beri Sünnî İslâm’ın itikat ve ibadet esasları karşısında genellikle kayıtsız bir tutum içinde olduğu tarihî bir gerçektir. Bununla beraber az da olsa Sünnî İslâm’ın ibadet esaslarına zaman zaman riayet eden Bektaşîlere her zaman rastlanmıştır. Bu durumu Sünnî çevrelerle kaçınılmaz temasların bir tesiri olarak kabul etmek yanlış olmaz. Tarikatın ibadet anlayışı, Alevîliktekine benzeyen en eski ve temel âyin olan Âyîn-i Cem’de kendini gösterir. En az bunun kadar önemli bir âyin de “ikrar âyini” denilen, tarikata giriş merasimidir. Bu iki büyük âyinin dışında Muharrem Matemi, baş okutma ve düşkünlük gibi muhtelif vesilelerle icra edilen daha başka âyin ve erkân da vardır. Kısaca zikredilen bu âyin ve erkân ve daha başkaları daima mevcuttur. Bektaşîliğin kasaba ve şehirlere de yayılmaya başladığı 16. yüzyıldan itibaren Bektaşî âyinlerinin esas icra edildiği meydanın yanında diğer tekkelerdeki gibi sair bölümler de teşekkül etmiş olup mescitler de görülmeye başlamıştır. Tarikatın mevcut hiyerarşisi Balım Sultan’la tesis edildi. Hacı Bektaş Tekkesi’nde oturan ve bütün Bektaşîlerin şeyhi konumundaki olan şeyhe “dedebaba” denir. Ondan sonra her tekkenin başkanlığı demek olan “baba” makamı gelir. Bunlar arasındaki liyakatlilerden dedebabayı temsil etmek üzere halifeler seçilmekteydi. Her tekkede diğer tarikatlarda olduğu gibi “canlar” denilen dervişler vardı. Bunlar tekkelerdeki çeşitli hizmetleri ifa ederlerdi. Canlar muhip tabir edilen müritler arasından seçilirdi. Tarikata henüz resmen kabul edilmemiş olanlara da âşık adı veriliyordu. II. Bayezid’in Balım Sultan’ı tarikatı kurmakla görevlendirmesi, Bektaşîliğin resmen Osmanlı Devleti’nin himayesinde bulunduğunu göstermektedir. Bu himaye politikasıyla devlet, diğer tarikatlar gibi onu da kontrol altında tutma imkânını elinde bulunduruyordu. Ayrıca Safevî propagandasının Anadolu’da yoğunlaştığı bu devirde II. Bayezid’in bu teşebbüsü yerinde bir siyaset olarak değerlendirilmelidir. Safevî propagandasının hitap ettiği çevrelerle oldukça ortak yanı bulunan Bektaşî muhitlerinin Osmanlı Devleti’nin yanında yer alması devlet adına küçümsenmeyecek bir kazanç olmuştur. Tasavvuf ve tarikatların İslâm kültürüne canlılık ve renk kattığı, zengin bir muhteva kazandırdığı hep söylenegelmiştir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de bu konuda ilk sırayı Mevlevilik ve Bektaşîliğin aldığı kabul edilebilir. Mevleviliğin daha kuruluşundan itibaren geniş çapta münevver zümreler ve yüksek idari muhitler içinde gelişmesine karşılık Bektaşîlik yarı göçebe bir çevrede doğmuş, zamanla kırsal alanlardan kasaba ve şehirlere intikal etmiştir. İşte Bektaşîliğin bütün tarihî tekâmülü müddetince kültür yapısını bu sosyolojik süreç etkilemiştir. 17. yüzyılda Evliya Çelebi (ö. 1684?), Bektaşî tekkeleri hakkında verdiği bilgilerle tarikatın o devirde Anadolu ve Rumeli topraklarındaki yayılış sahalarını belirlemektedir. Bektaşîlik Osmanlı döneminde Anadolu dışında başlıca el-Cezîre ve Irak, Mısır ve Balkanlar’da yayılmış durumdaydı. Anadolu ve Arnavutluk başta olmak üzere Balkanlar’da sayıları az da olsa hâlen Bektaşîler bulunuyor. 1990’lara kadar sözü edilen memleketlerdeki siyasî rejimler dolayısıyla Bektaşîlik her ne kadar eski durumunu muhafaza etmiyor idiyse de kısmen Arnavutluk ve Yugoslavya’da belli ölçüde de olsa mevcudiyetini sürdürmekteydi. Bugün ise çok daha serbest bir ortam söz konusudur. Hâlen ABD’nin Michigan eyaletinde Arnavutlar tarafından yönetilen büyük bir Bektaşî tekkesi vardır. Türkiye’de ise Bektaşîlik 1925’te öteki tarikatlarla birlikte resmen ilga edilmesine rağmen fiilen mevcuttur.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/bektasilik
|
BATILILAŞMA
|
Yusuf Tekin
|
Batılılaşma (Garplılaşma) kavramı hem genel bir düşünsel eğilime atıfta bulunmakta hem de Osmanlı-Türk modernleşmesi ile Rusya ve Japonya gibi Batı dışındaki ülkelerin modernleşme süreçlerinde karşılığını bulan tarihsel hareket ya da yönelimleri ifade etmektedir. Çoğunlukla birbirinin ikâmesi olarak kullanılan asrileşme, muasırlaşma, çağdaşlaşma, modernleşme, Avrupalılaşma gibi oldukça zengin bir terimler dizinini içeren bu kavram, son derece geniş bir muhtevaya sahiptir. Bu muhtevanın sağlıklı bir şekilde izah edilebilmesi için öncelikle Batılılaşma kavramının içinde neşet ettiği mekânsal bağlamın (Batı) ayırt edici ve kendisini diğer ülkeler nezdinde referans alınan model hâline getiren niteliklerine kısaca değinmek gerekmektedir. Batılılaşma kavramı, en genel anlamıyla, Batı medeniyeti tarafından üretilen ve onun tarafından temsil edilen gelişmişlik seviyesine ulaşabilmek için diğer ülke ve toplumlarca gerçekleştirilen siyasal, toplumsal ve kültürel teşebbüslerin ortak ifadesi olarak tanımlanabilir. Bu tanım, kendisine tartışmasız bir üstünlük atfedilen, dünyanın geri kalanınca kabul ve tasdik edilmesi icap eden, tek ve benzersiz bir öznenin varlığını da gerekli kılmaktadır. Bu özne, 16-17. yüzyıllardan itibaren belirmeye başlayan ve 19. yüzyılda yoğunlaşan bir dizi siyasal, toplumsal, kültürel, ekonomik ve bilimsel gelişmenin neticesinde Avrupa coğrafyasında şekillenen Batı medeniyetinden başkası değildir. Batı medeniyetinin üstünlüğü bir kez kabul edildikten sonra bu medeniyetin dışında kalan ülke ve toplumlar için yalnızca iki seçenek kalmıştır: Ya Batı’ya tamamen teslim olarak benliğini yitirmek ya da kendi varlığını sürdürerek Batı’ya benzemek. Batılılaşma sürecinin ilk örnekleri olarak temayüz eden Osmanlı ve Rus imparatorluklarında ikinci seçenek takip edilmiştir. Bu uğraşı değişik dönemlerde farklı şekillerde isimlendirilmiş olsa da Batı kavramının işaret ettiği özgül kültürel ve toplumsal bağlamdan duyulan tedirginlik nedeniyle, 20. yüzyıldan itibaren görece daha teknik ve daha nesnel bir içerik taşıyan modernleşme ve çağdaşlaşma kavramları tercih edilmeye başlanmıştır. Esasında kendisini tanımlamak ya da isimlendirmek için başvurulan kavram setinin genişliği bile Batılılaşma olgusunun ne denli büyük ve önemli bir sorunsala tekabül ettiğini göstermektedir. Ancak bu olgu, hangi kavrama ya da kavram setine başvurularak ifade edilirse edilsin özü itibarıyla, Batı’daki toplum yapılarının karakteristik özelliklerini oluşturan rasyonalizm, laiklik, demokrasi, özgür girişim ve bireycilik gibi olgu ve kurumların iktibas ya da en azından taklit edilmemesi hâlinde muasır medeniyetler düzeyine erişmenin mümkün olamayacağı düşüncesine dayanmaktadır. Her ülkenin farklı şartlarda ve farklı yoğunluk düzeylerinde muhatap olduğu bu düşünce ise Batı dışındaki toplumların öncelikle Batı’nın üstünlüğünü tartışmasız bir biçimde kabul etmelerini şart koşmaktadır. Osmanlı’nın 18. yüzyılın ilk yarısından itibaren belirginleşen ve fakat ikinci yarısında hız ve görünürlük kazanan Batılılaşma süreci de Batı’nın özellikle askerî ve siyasal alanlardaki üstünlüğünün açıkça kabul edilmesiyle başlamıştır. Gerçi devlet içinde sorunların artması ile askerî, ekonomik ve idari alanlardaki gerilemenin nedenleri üzerine kafa yoran devlet adamları ya da döneminin ileri gelenleri tarafından yazılan kurtuluş reçeteleri şeklindeki risaleler bu yüzyıldan çok daha önce kaleme alınmıştır. 16. yüzyılın sonundan itibaren görülmeye başlanan ve aralarında Koçi Bey Risalesi gibi önemli metinlerin de bulunduğu bu çalışmaları, Batılılaşma sürecine doğru giden yolun ilk yapı taşları olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak belirtmek gerekir ki bu çalışmalarda Batılılaşma sürecinin temel motivasyonunu oluşturan Batı’nın üstünlüğü tezine yer verilmemekte, aksine Batı kültürünü küçümseyen ve sorunların yalnızca devletin ihtişamlı günlerindeki eski düzenine geri dönerek çözülebileceğini salık veren bir anlayış hâkimdir. Dolayısıyla Koçi Bey Risalesi ve benzeri girişimleri Batılılaşma sürecinin başlangıcı olarak değil de devletin kendisini sorgulama ve bu sayede gücünü yeniden tahkim etme çabasının ilk adımları olarak görmek gerekir. Bu çaba, II. Viyana bozgunu ve sonrasında devam eden askerî yenilgiler neticesinde artık “icab-ı asra intibak” adını almış ve eski düzenin tesis edilmesi yerine Batı’daki modern devletlerin siyasal, toplumsal, askerî ve teknik alanlardaki gelişme süreçlerinin taklit edilmesine dönüşmüştür. Söz konusu dönüşüm ilk olarak, temkinli bir biçimde de olsa Batı’yı ve onu diğerlerine nazaran üstün kılan niteliklerini tanıma amaçlı girişimlerle başlamıştır. 18. yüzyılla birlikte Avrupa ülkelerine elçiler gönderilmiş, bu elçilerin Batı kültür ve medeniyet dünyasına ilişkin genelde olumlu ve takdir hislerini ifade eden gözlemleri olmuştur. I. Mahmud, III. Mustafa ve I. Abdülhamid dönemlerinde özellikle Batı’nın askerî usullerinin uygulanması yönündeki çabalara ağırlık verilmiş ve matbaanın da işlerlik kazandığı bu süreçte Batı’nın tetkik ve analizine dayalı olarak devam eden temaslar daha da sıklaşmıştır. III. Selim dönemiyle birlikte gerek kapsamı gerekse hızı bakımından bir genişleme süreci içine giren Batılılaşma hareketleri kapsamında modern bir ordu kurulmuş; askerî reformların yanı sıra idari ve malî alanlarda da çeşitli yenilikler gerçekleştirilmiştir. II. Viyana bozgunundan Tanzimat Fermanı’nın ilânına kadarki Batılılaşma girişimlerinin başlıca ve hatta yegâne ilgi alanını askerî konular oluşturmuştur. Tanzimat Dönemi ve sonrasında ise toplumsal ve siyasal örgütlenmenin odağı olan devletin yeniden yapılandırıldığı bir süreç yaşanmıştır. Batı’daki idarî, hukukî ve siyasî kurumların Osmanlı’ya aktarılmasını içeren bu süreçte, Batılılaşma artık dışsal bir zorlamanın değil, içsel bir karar mekanizmasının ürünü olarak işlevsel olmaya başlamıştır. Batı dillerinden yapılan çeviriler neticesinde Batı’daki siyasal, toplumsal ve düşünsel yapılara ilişkin bilgi ve farkındalık düzeyi artmış, bu da Tanzimat aydınlarının basın yoluyla siyasal sisteme ilişkin taleplerini ve muhalefetlerini dile getirmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu ortamda, Osmanlı Devleti’ndeki ilk siyasal muhalefet hareketi olan Yeni (Genç) Osmanlılar Cemiyeti teşekkül etmiştir. Basın yayın faaliyetlerinin toplumsallık kazanmasında ve Tanzimat’ın getirdiği ilke ve yeniliklerin halka benimsetilmesinde önemli görevler üstlenen bu Cemiyet, Batılılaşma sürecinin önemli kırılma noktalarından birini oluşturan II. Abdülhamid döneminin başlangıcına da öncülük etmiştir. II. Abdülhamid tahta geçtikten kısa bir süre sonra, 23 Aralık 1876 tarihinde Kanun-i Esasi’yi ilân etmiş, Meclisi Mebusan’ın toplanmasına izin vermiş ve böylece meşruti monarşi kurumsallaşmıştır. İzleyen süreçte ise Batılılaşma hareketleri son derece yoğun şekilde sürdürülmüştür. Siyasal ve toplumsal gelişmelerin rasyonel ve pragmatist bir biçimde değerlendirildiği bu dönemde, Batılılaşma olgusu, modern eğitim kurumlarının açılmasından ilk nüfus sayımının gerçekleştirilmesine, ulaşım ve iletişim alanında büyük yatırımlar yapılmasından ticaret ve sanayi odalarının kurulmasına dek uzanan geniş bir zeminde işlevsel olmuştur. Meşrutiyetin ikinci kez ilânı ile başlayan dönem ise birçok niteliği itibarıyla Osmanlı-Türk modernleşmesine yeni tartışmaların dâhil olduğu bir süreç olmuştur. Batılılaşma olgusunun muhtelif yaşam alanlarındaki etkisine, rolüne ve misyonuna ilişkin olarak yürütülen bu tartışmaların en önemli taraflarından biri de kendilerine Batıcılar (Garpçılar) adını veren grup olmuştur. Geleneksel değerlere, din kurumuna ve Asyatik düşünce biçimine karşı çıkan bu grup, toplumsal geri kalmışlığın tek çözümünün topyekûn Batılılaşma olduğunu savunmuştur. Batıcılar tarafından ileri sürülen bu tez, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin kurucu kadroları tarafından önemli oranda kabul görmüş ve radikal bir program aracılığıyla uygulamaya konulmuştur. Osmanlı saltanatının ve hilafet kurumunun lağvedildiği bu yeni dönemde, süregelen Batılılaşma eksenli tartışma ve eğilimler, tüm yaşam alanlarını içeren geniş ve kapsamlı bir politikaya dönüşmüş; Batı medeniyeti çağdaş ya da muasır dünyanın bizatihi kendisi olarak konumlandırılmıştır. Öyle ki, devletin siyasî, idari ve hukukî yapılanmasının bütünüyle değiştiği Cumhuriyet döneminde, Batılılaşma olgusu, eğitimden kültüre, dilden tarihe, bireyden topluma ve geçmiş algısından gelecek perspektifine dek uzanan geniş bir alanda temel referans değer hâline gelmiştir. Böylece yeni Cumhuriyet’in kurumsal ve kuramsal inşa sürecinin gerçekleştirildiği tek parti döneminde (1923-1946), devlet ve toplum, Batı medeniyetinin esaslarına göre köklü bir değişim ve dönüşüme tâbi tutulmuştur. 2. Dünya Savaşı’nı müteakiben oluşan çift kutuplu dünya düzeninin koşullarına uyum sağlamak amacıyla çok partili hayata geçen Türkiye, Batılılaşma hedefi doğrultusundaki politikalarını bu dönemde de devam ettirmiş, Doğu Bloku’na karşı Batı Bloku içinde yer alarak kapitalist dünya sistemine entegre olma çabası içine girmiştir. Batılılaşma politikasının yukarıdan aşağıya doğru ve sert tedbirler eşliğinde uygulandığı tek parti dönemine ve uygulamalarına yönelik ciddi eleştirilerin de yapıldığı bu yeni dönemle birlikte, Batılılaşma olgusu, ülkenin kalkınmasını sağlayacak ve refahını artıracak maddi medeniyet unsurlarına yönelik modernleşmeci bir eğilim olarak ön plana çıkmıştır. 20. yüzyılın ikinci yarısına yayılan ve hâlen devam eden bu eğilimi, Osmanlı-Türk modernleşmesi boyunca süregelen ve Ziya Gökalp (ö. 1924) tarafından formüle edilen kültür-medeniyet ayrımına dayalı tartışmaların günümüzdeki uzantısı ve bir nevi sentezi olarak değerlendirmek mümkündür. Söz konusu sentez, katıksız Batı düşmanlığını da topyekûn Batılılaşmayı da reddeden bir içerik taşımakta ve toplumun kültürel ve manevi değerleriyle uyumlu bir gelişme çizgisi içinde muasır medeniyet seviyesini yakalamayı amaçlamaktadır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/batililasma
|
ANORMAL PSİKOLOJİSİ
|
Ilgın Gökler Danışman
|
Psikolojinin, uyumsuz davranışların incelenmesi, değerlendirilmesi, tedavisi ve önlenmesine odaklanan bir alt alanıdır. Kimi zaman, psikolojik bozuklukları inceleyen bilim alanı olarak tanımlanan “psikopatoloji” ile aynı anlamda kullanılsa da psikopatolojiyi de içine alan daha geniş bir kapsama sahip olduğu belirtilmelidir. Anormal psikolojisini, psikoloji biliminin psikolojik bozuklukların değerlendirilmesi ve tedavisine uygulanmasıyla ilgili mesleki ve akademik alt-alanı olan klinik psikoloji ile de ayrıştırmak gerekmektedir. Anormal psikolojisinin araştırma konusunu daha iyi açıklayabilmek için öncelikle normal ve anormal davranışın tanımlanması gerekir. Kişinin, sosyal normlara göre, yaşına ve içinde yer aldığı kültürel gruba yönelik tipik beklentileri etkili biçimde karşılayabilme becerisi “uyuma yönelik” ya da “normal” davranış olarak tanımlanmaktadır. Tersine, kişinin gündelik işlevselliğini bozan davranışlar ise uyumsuz ya da “anormal” davranışları temsil eder. Gündelik işlevsellikteki bozulma, duygusal düzeyde, ilişkisel düzeyde, düşünce düzeyinde ve davranışsal düzeyde kendini gösterebilmektedir. Uyumsuz davranışlar, genellikle altta yatan birtakım sorunların yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Uyumsuz davranışlar, bu davranışı gösteren kişinin stres karşısında incinebilirliğinin yüksek olduğu, başa çıkma kapasitesinin ise yetersiz kaldığına işaret edebilir. Bu davranışlar çevre tarafından kabul görmediği gibi, işlevsel becerilerin öğrenilmesi üzerinde de bozucu etki yaratabilmektedir. Anormal davranışların çeşitliliği, bu çeşitlilik içinde paylaşılan ortak özelliklerin azlığı ve “normal”e ilişkin kültürel ve bağlamsal görecelilik nedeniyle, anormal davranışı, normal davranıştan kesin sınırlarla ayrıştırmak ve tanımlamak kolay olmamaktadır. Örneğin, el yıkama sağlık açısından istendik bir davranışken, bunun çok sık yapılması obsesif-kompulsif bozukluğa işaret edebilir. Bu durumda, sık sık el yıkama, bulaşıcı bir virüse bağlı pandeminin yaşandığı dönemde aşırı kaygının tetiklediği anormal bir davranış olarak mı, yoksa bulaşı önlemeye yönelik koruyucu bir davranış olarak mı değerlendirilmelidir? Anormal psikolojisi, bir davranışın anormal sayılıp sayılmayacağını belirlemek üzere bazı ölçütler kullanmaktadır. Bu ölçütler, söz konusu davranışın (a) istatistiksel olarak ender görülüyor olmasını, (b) kabul edilebilir davranışa ilişkin sosyal normlara ters düşmesini, (c) kişinin kendisinde ciddi düzeyde sıkıntıya neden oluyor olmasını, (d) işlevselliği önemli ölçüde engellemesini, (e) kişinin çevresi için rahatsızlık yaratıyor olmasını ve (f) kişinin kendisi ya da diğerleri için tehlike barındırıyor olmasını içermektedir. Bir davranışın anormal kabul edilmesi için bu ölçütlerin belli bir bileşimini karşılaması beklenmektedir. Anormal davranışa sahip bireyler, içinde bulundukları toplumun ya da kültürün normlarına aykırı düşünmekte ya da hareket etmektedirler. Bu nedenle başkaları tarafından anlaşılmaz, rahatsızlık verici ya da tehdit edici algılanabilmektedirler. Burada, anormal davranışı değerlendirirken kültürel bağlamın özelliklerinin mutlaka dikkate alınması gerektiği akılda tutulmalıdır. Anormal davranışları olan bireylerin, öz bakımlarını yerine getirme, bir işte dikiş tutturma, başkalarıyla anlamlı ilişkiler kurma gibi gündelik yaşamın gereklilikleriyle baş etmekte zorlandıkları bilinmektedir. Anormal davranış, aynı zamanda ideal psikolojik iyilik hâlinden sapma olarak da ele alınmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, neyin anormal olduğunu tanımlamakla başlamak yerine, önce psikolojik iyilik hâlinin ideal koşullarını tanımlamak önem kazanmaktadır. Kendine yönelik olumlu bakış açısı, büyüme ve gelişme kapasitesine sahip olma, özerklik ve bağımsızlık, gerçekliği doğru algılama, olumlu ilişkiler kurabilme ve gündelik yaşamın talepleri karşısında yetkinlik, psikolojik iyilik hâlinin göstergeleri olarak ele alındığında, anormal davranışı belirlemek üzere bu koşullardan sapmaları göz önünde bulundurmak gerekir. Anormal davranışı ortaya çıkaran etkenlere ilişkin farklı kuramsal açıklamalar bulunmaktadır. Bunların başlıcaları biyolojik (medikal) yaklaşım, psikodinamik yaklaşım, davranışçı yaklaşım, bilişsel yaklaşım, insancıl (hümanistik) yaklaşım, sosyokültürel yaklaşım ve kişiler arası yaklaşımdır. Bu yaklaşımlarda da öne sürüldüğü gibi çeşitli biyolojik (genetik ya da yapısal yatkınlıklar, kromozom bozuklukları, fiziksel yoksunluk, beyin patolojisi vb.), psikososyal (anne yoksunluğu, erken dönem travmatik yaşantılar, patojenik aile yapısı, sorunlu kişiler arası ilişkiler, yoğun stres vb.) ve sosyokültürel (hızlı sosyal değişim, savaş ve şiddet, ön yargı ve ayrımcılık, ekonomik zorluklar ve işsizlik vb.) etkenler gelişimi ketleyerek, stres yaratarak ya da her iki olumsuzluğa birden yol açarak uyumsuz davranışlara neden olmaktadır. Anormal psikolojisi, anormal davranışların altında yatan etkenlerin anlaşılması için korelasyonel, deneysel ve epidemiyolojik yönteme, vaka analizlerine ve gözleme dayalı çalışmaların yürütüldüğü; buradan hareketle de anormal davranışa yönelik değerlendirme, önleme ve tedavi yaklaşımlarının geliştirildiği ve uygulandığı bir alandır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/anormal_psikolojisi
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
Yusuf Şevki Hakyemez
|
Anayasa Mahkemesi, parlamentonun çıkardığı kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemek amacıyla kurulmuş olan bir mahkemedir. Bu yönü ile anayasa mahkemesi, normlar hiyerarşisinin en üstünde yer alan anayasanın yasama organı açısından üstünlüğü ve bağlayıcılığının etkili biçimde sağlanması noktasında hayati bir öneme sahiptir. Zira anayasa mahkemesinin verdiği iptal kararı parlamento için de kesin ve bağlayıcı nitelik taşımaktadır. Anayasa mahkemelerinin demokratik siyasî sistemlerde yer alması bir zorunluluktan kaynaklanmaktadır. Demokratik ülkelerde parlamentolar her ne kadar halkın oyu ile göreve gelmişlerse de değişik sebeplerle anayasaya aykırı kanunlar çıkarabilmektedirler. Bu durumda ise anayasanın üstünlüğü yasama organı açısından bir anlam ifade etmemekte ve anayasada düzenlenen insan hakları, anayasaya aykırı kanunlar karşısında korumasız hâle gelebilmektedir. Bu nedenle 1920 yılında anayasa mahkemesi oluşturulması fikrinin, bu düşüncenin mimarı ünlü hukukçu Hans Kelsen’in ülkesi Avusturya’da ortaya çıkmış olmasına rağmen, anayasa mahkemeleri yoğun biçimde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Avrupa’da kurulmaya başlanmıştır. 1947 yılında İtalya ve 1949 yılında Federal Almanya Anayasalarında, anayasa mahkemelerinin kurulmasıyla savaş öncesi dönemdeki totaliter iktidarların anayasaya açıkça aykırı kanunlar çıkarması örneklerinden alınan derslerle anayasanın üstünlüğünün etkili biçimde tesisi amaçlanmıştır. Türkiye’de ise Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası ile kurulmuştur. Anayasa Mahkemesinin kuruluşundan itibaren en temel görevi, kanunların anayasaya uygunluğunun denetimi olmuştur. Bunun yanında Yüce Divan yargılaması ve siyasî parti kapatma davalarına da bakmaktadır. 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı getirilerek mahkemeye önemli yeni bir görev daha verilmiştir. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolu sayesinde kişilerin bireysel başvuru hakkı kapsamındaki haklarının ihlali durumunda ülke içerisinde önemli yeni bir hak arama yolu tesis edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin iş yükünü artırmış olmakla birlikte bireysel başvuru sistemi, anayasanın üstünlüğünün sağlanmasına ve dolayısıyla anayasal hakların korunmasına fevkalade önemli katkılar sunmaktadır. Esasında demokratik ülkelerde yasama organının anayasaya uygun kanun çıkarmasını sağlamak amacıyla muhalefetin parlamentodaki varlığı, devlet başkanının veto yetkisi, parlamento içindeki ikinci meclis gibi değişik siyasî mekanizmalar devreye sokulabilmektedir. Ancak bunların hiçbiri anayasa mahkemesi kadar etkili sonuç doğuramamaktadır. Zira anayasa mahkemesi, anayasaya aykırı bulduğu kanunun iptaline hükmetmekte ve iptal kararı herkes için bağlayıcı nitelik arz etmektedir. Anayasa Mahkemesine yer veren ülkelerde başka hiçbir mahkemenin kanunların anayasaya uygunluğunu denetleme yetkisi bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesi modeline yer vermeyen bazı ülkelerde ise kanunların anayasaya uygunluğunun denetimi, yargı sistemi içerisindeki mahkemeler tarafından gerçekleştirilebilmektedir. İlk olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde Federal Yüksek Mahkemenin 1803 yılındaki içtihadıyla uygulanmaya başlayan ve “Amerikan modeli” olarak da bilinen bu model, Avrupa kıtası dışındaki ülkelerde daha yoğun biçimde tercih edilmektedir. Anayasa mahkemesi modeli ise daha ziyade Avrupa kıtasındaki ülkelerde benimsenmektedir. Özellikle 1990’lardan itibaren Doğu Avrupa’da demokrasiye geçen ülkelerde de yoğun biçimde anayasa mahkemeleri kurulmuştur. Anayasa mahkemeleri, kanunların anayasaya uygunluğunu kanunun yayımlanmasından önce (önleyici denetim) veya sonra (düzeltici denetim) denetleyebilmektedirler. Düzeltici denetim, iptali istenen kanunun soyut norm denetimi ve itiraz yolu gibi yollarla anayasa mahkemesi önüne taşınması ile gerçekleşmektedir. Anayasa mahkemesinin parlamentonun çıkardığı kanunları iptal etmesi, meşruiyet tartışmalarını da beraberinde getirmektedir. Ancak Anayasa Mahkemesinin denetiminin “hukuka uygunluk”la sınırlı bulunması ve ölçüt aldığı anayasanın kişi haklarını güvence altına alan bir üst hukuk normu olması nedeniyle denetim sonucunda verilen kararın meşruiyeti ile ilgili sorunlar da belli ölçüde giderilmektedir. Yine Avrupa’da anayasa mahkemelerinin oluşumunda üyelerin belli bir kısmını parlamentonun seçmesi şeklindeki bir seçeneğin benimsenmesiyle de demokratik meşruiyet noktasındaki eksikliğin belli ölçüde giderilmesi amaçlanmaktadır. Bugün gelinen aşamada dünyada artık demokratik hukuk devletinin önemli kurumlarından birisinin Anayasa Mahkemesi olduğu kanaati geniş kabul görmektedir. Anayasa mahkemeleri parlamento karşısında anayasanın üstünlüğünü sağlama ve temel hak ve özgürlüklerin korunması konularında çok önemli katkılar sundukları için bu mahkemelerin siyasî sistem içerisindeki gerekliliğine yönelik kanaat de güçlenmiştir. Farklı ülke örneklerindeki sistemin işleyişinde bazı Anayasa Mahkemesi kararları yoğun biçimde eleştiriye tabi tutulsa da anayasa mahkemelerinin sisteme dahil edilme amacına uygun bir performans sergileyerek kendi rüştlerini ispatlamış olduklarını söylemek mümkündür.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/anayasa_mahkemesi
|
ANAYASA
|
Yusuf Şevki Hakyemez
|
Bir devletin temel yapısını, organlarını, organlarının oluşumunu, yetkilerini ve birbirleri ile olan ilişkilerini kuvvetler ayrılığı esasına göre düzenleyen ve devlet iktidarı karşısında bireyin haklarını güvence altına alan kurallar bütününe verilen addır. Tanımın ortaya koyduğu üzere anayasa devlet ile ilgili konuları ele alan bir hukuk metnidir. Ancak bir anayasada iki önemli konu düzenlenmek zorundadır. Bunlardan birincisi devletin temel yapısı ve organları, ikincisi ise kişilerin devlet iktidarı karşısında sahip olduğu hak ve özgürlüklerdir. Dolayısıyla anayasa, esasında devletin ana hukuku ile ilgili konuları ele alır. İçeriğindeki konular dikkate alındığında anayasa kavramı “esas teşkilat” şeklinde daha doğru biçimde ifade edilebilir. 1921 ve 1924 Anayasalarının adları “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu”dur. Tarihsel süreçte “anayasa” şeklindeki kullanıma ise resmî metinlerde ilk kez 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Türkçeleştirilmiş hâliyle 1945 yılında rastlanılmaktadır. Bir hukuk metni olarak anayasa, devlet ve temel hak ve özgürlükleri belli bir standardı sağlayacak biçimde formüle etmek zorundadır. Zira tarihsel gelişim sürecinde anayasanın asıl amacının esasında devlet iktidarını sınırlandırmak olduğu unutulmamalıdır. Bu bağlamda “anayasacılık hareketi” de devlet iktidarını sınırlandırma sürecine verilen addır. Bu süreç ilk olarak Batı Avrupa’daki monarşilerde burjuvazi ve akabinde işçi sınıfının gelişimi ve siyasî iktidardan pay alma mücadelesi sürecine paralel biçimde sanayileşme ile birlikte gündeme gelmiştir. Bu bağlamda İngiltere’deki anayasacılık serüveni ve sonucunda ortaya çıkan geleneksel (teamüli) anayasa, ilk ve önemli bir örnektir. Bunun yanında en eski anayasalardan 1787 tarihli Amerika Birleşik Devletleri anayasası günümüzde de yürürlükte olması nedeniyle zikredilmelidir. Ancak belirtilmelidir ki 1787 tarihli Amerikan Anayasasına insan hakları 1791 yılında Birinci Ek Değişiklikle dâhil edilmiş, böylece bu metin hem devlet organlarını hem de insan haklarını birlikte düzenleyen gerçek bir anayasa hâlini almıştır. Türkiye’de anayasacılık serüveni Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde kendisini göstermeye başlamıştır. Osmanlı Türk Anayasacılığında 1876 tarihli Kanun-i Esasi ilk anayasa metni olup bu anayasa üzerinde 1909 yılında yapılan değişikliklerle meşruti monarşiye geçilmiştir. Kurtuluş Savaşı esnasındaki 1921 Anayasası o dönemin şartlarında kuvvetler birliği esasını benimseyen ve bünyesinde insan haklarına yer vermeyen bir hukukî metindi. 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları ise Cumhuriyet dönemindeki anayasalar olarak göze çarpmaktadır. Ancak bu üç anayasadan sadece 1924 Anayasası Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilmiş olup diğer ikisi askeri darbeler sonrasında oluşturulan kurucu meclisler tarafından hazırlanarak halkın oyuna sunulmuşlardır. Şu anda yürürlükte olan 1982 Anayasasında 1987, 1995, 2001, 2007, 2010 ve 2017 yıllarında olmak üzere farklı tarihlerde esaslı değişiklikler gerçekleştirilmiş ve anayasa maddelerinin yarısından çoğu değiştirilmiştir. Anayasa devlet organlarını ve insan haklarını ele alırken nihai olarak sınırlı bir iktidarı tesis edecek şekilde bu konuları düzenlemelidir. Zira yönetilenler karşısında devlet güçlü bir konumdadır. İnsanların bir arada yaşayabilmesi için zorunlu bir siyasî yapılanma olan devletin, bu güçlü konumuyla yönetilenler açısından tehdit oluşturmayacak bir forma dönüştürülmesi zorunludur. İşte anayasacılık hareketi bu standardı oluşturmayı, devleti anayasa kuralları ile sınırlandırmayı hedeflemiştir. Anayasanın nihai amacı siyasî iktidar karşısında bireyi hakları ile birlikte daha güvenceli bir konumda tutmaktır. Bu nedenle ideal bir anayasada yasama, yürütme ve yargı organlarının oluşumu, görevleri, yetkileri ve bu organların birbirleriyle olan ilişkileri kuvvetler ayrılığı esasına göre düzenlenmelidir. Benzer biçimde, evrensel standartlara göre anayasada insan hakları da olmalı, bu haklar kişiyi siyasî iktidar karşısında gerçek anlamıyla güvence altına alacak şekilde formüle edilmelidir. Aksi durumda anayasa adı verilen hukuk metninin ideal anlamdaki anayasaya yaklaşması mümkün olmaz. Bunun içindir ki “anayasal devlet” ile “anayasası olan devlet” ayırımına özellikle dikkat çekmek gerekir. Elbette her devletin bir anayasası olabilir. Ancak her devlet anayasal bir devlet olmayabilir. İdeal olan anayasal devlettir ve bu devlette iktidar, kuvvetler ayrılığı esasına göre şekillenmiş olup, yine devlet iktidarı, anayasada güvence altına alınan hukukun üstünlüğü ilkesi ve insan hakları ile sınırlandırılmış durumdadır. Birey - devlet ilişkisinde anayasanın sahip olduğu bu güvence boyutu anayasayı hukuk düzeni içerisinde daha farklı bir konuma da yükseltmektedir. Bu nedenle anayasa, bir ülkenin hukuk düzeni içerisindeki her bir kuralın diğer hukuk kuralları karşısındaki pozisyonunu ve etki derecesini gösteren normlar hiyerarşisinde (kurallar kademelenmesi) en üstte yer almaktadır. Bunun sonucu olarak da anayasanın altındaki tüm hukuk kuralları ona uygun olmak zorundadır. Alttaki her bir kural anayasaya uygun olduğu sürece geçerli ve meşrudur. Bu yönü ile anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı tüm hukuk düzenine egemen olan temel bir ilkedir. Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığının uygulamada etkili biçimde tesisi için alttaki kuralların her birinin anayasaya uygunluğunu denetleyen yargısal mekanizmalara yer verilmektedir. Yine anayasanın insan haklarını güvence altına alan ve sınırlı iktidarı sağlamayı hedefleyen yönü nedeniyle, bu hukuk metni çoğu ülke örneğinde, hukuk düzenindeki diğer kurallardan daha güçlü bir korumaya tabi tutulabilmektedir. Diğer kurallardan daha zor biçimde değiştirilebilmesi nedeniyle bu tür anayasalara katı (sert) anayasa adı verilmektedir. Bu bağlamda anayasa kurallarının değiştirilmesi özellikle kanun adı verilen ve parlamento çoğunluklarının siyasî tasarrufu olan kurallara nazaran çok daha zordur. Türkiye’de de benimsenen katı anayasa modeli sayesinde, siyasî iktidarların kısa vadeli siyasî amaçlar için sıklıkla anayasada düzenlenen konulara müdahale etme imkânları zorlaştırılmaya çalışılmaktadır. Anayasa değişikliği için basit sayısal çoğunluklar yerine parlamento üyelerinin nitelikli oy çokluğu şartı aranmakta, böylece siyasî iktidarların kanunları değiştirebilecek yeter sayı ile anayasa maddelerini değiştirmelerinin önüne geçilerek anayasalar daha sıkı biçimde korunmaya çalışılmaktadır. Bazı ülkelerde, bunun gibi diğer katı anayasa görünümlerine, anayasa değişikliklerinin referandumla kabul şartıyla yürürlüğe girmesi, belli dönemlerde anayasa değişikliği yapılamaması veya anayasada değiştirilemez hükümlere yer verilmesi şeklinde rastlamak mümkündür. Bununla birlikte İngiltere gibi kimi ülkelerde ise klasik anlamda tümüyle yazıya dökülmüş bir anayasa mevcut değildir. Esasında İngiltere örneği anayasacılık hareketinin en erken başlayıp ilk sonuç alındığı ülke olması nedeniyle önemlidir. Bu ülkede geleneksel bir anayasa olduğu için katı anayasadan da bahsetmek mümkün değildir. Buna rağmen geleneksel anayasadaki kuralların meşruiyeti ve bağlayıcılığı konusunda bu ülkede ciddi bir sorun da yaşanmamaktadır. Bu durum, oluşturulan anayasanın uzun süren bir mücadelenin sonucunda ve toplumun tüm kesimlerinin katılımı ve katkısı ile gerçekleştirilmiş olmasıyla da doğrudan ilgilidir. Yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere anayasa, devletin kuruluşu ve işleyişi ile ilgili konuları bünyesinde barındıran kurallar bütününden çok daha fazla bir anlama sahiptir. Zira anayasa, esasında bireyi hakları ile birlikte devlet iktidarı karşısında bir özne konumunda güvence altında alınmış bir şekilde tutmayı hedeflemektedir. Anayasanın bu bağlamdaki nihai amacı, devleti hukuk ile sınırlandırmaktır. Anayasal devlet, meşruiyetini ancak insan haklarını koruyup kollamakla ve kendisini anayasa kuralları ile bağlı kabul etmekle elde etmektedir.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/anayasa
|
BELİRSİZLİK
|
Esin Okay
|
Belirsizlik, olayların gerçekleşme olasılığının bilinmediği durumu anlatmaktadır. Matematiğin bir dalı olarak olasılık, geleceğin tahmin edilmesi veya belirsizliğin ölçülmesidir. İktisat ve finans biliminde önemli bir yere sahip olan belirsizlik, davranış bilimleri kapsamında teorik ve ampirik pek çok araştırmaya konu olmuştur. Kazançlarını arttırma amacında olan ekonomik birimlerin kararları, geleceğin belirsiz olması ve fiyatların tahmin edilememesi nedeniyle risk içermektedir. Belirsizlik ve risk bir arada kullanılsa da farklı durumları ifade eder. Risk zarar etme olasılığı iken belirsizlik olası sonuçların bilinmediği durumları göstermektedir. Kısacası risk, yatırım getirisinin belirsizliği olarak da tanımlanabilir. İktisat ve finans literatüründe belirsizlik ortamında karar alma ilk olarak Beklenen Fayda (Değer) Teorisi ile Bernoulli (1738) tarafından ortaya atılmıştır. Von Neumann ve Morgenstern (1944) aksiyomlarıyla Beklenen Fayda Teorisi’ni geliştirmiştir. Markowitz (1952) Portföy Yaklaşımı’nı ortaya atarak yatırımcıların riskten kaçındıkları, çok az belirsizlik altında beklenen getirileri aynı olan portföyler arasından riski en düşük olanı tercih etmelerine yönelik modeliyle Fayda Teorisi’ni desteklemiştir. Portföy Teorisi’ni zenginleştiren Sharpe (1964), Lintner (1965) ve Mossin (1966) Finansal Varlıkları Fiyatlama Modeli’nde beta ile ölçülen sistematik riski kullanarak belirsizlik koşullarında varlık fiyatlarını belirlemişlerdir. Merton (1973) menkul kıymetlerin gelecek getirilerindeki belirsizliğin dışında fiyatlar genel dengesi, gelecekteki yatırım fırsatları ve iş gücü maliyetleri gibi çeşitli belirsizliklerin de olduğunu ve bunların da fiyatlanabileceklerini öne sürmüştür. Nitekim ekonomi ve finans alanında ulusal ve uluslararası düzeyde yaşanan değişimler belirsizlikleri ve riskleri arttırarak ekonomilerin, kurumların ve yatırımcıların karar alma süreçlerini zorlaştırmaktadır. Belirsizlik ortamında riskten kaçınma ve risk alma tercihleri, Beklenen fayda Teorisi, Portföy Teorisi ve Varlıkları Fiyatlama Modeli altında literatüre geçmiştir. Beklenen Fayda Teorisi’ni eleştiren ve Beklentiler Teorisi’ni ortaya atan Kahneman ve Tversky (1979) ise insanların rasyonel davranmadığı varsayımı ile belirsizlik ortamında risk tercihlerini duygusal ve sezgisel boyutlarıyla test etmiştir. Son yıllarda, davranış bilimlerinin insan beyninin belirsizlik ortamında karar alma süreçlerini araştırmaya yönelmesi ile nöro iktisat ve nöro finans alanları literatüre girmiştir. Günümüzde finansal kuruluşlar belirsizliği satın alarak müşterilerinin finansal kararları ve risklerini yönetmek için çeşitli ürünler geliştirmişlerdir. Belirsizlikten korunmak için kullanılan en yaygın finansal araçlar portföy türev araçları ve sigortacılık ürünleridir.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/belirsizlik
|
BECERİ
|
Hasan Bacanlı
|
Sosyologlar beceriyi, bir işin gerektirdiği davranış özellikleri olarak tanımlarken eğitimciler ve ekonomistler, daha çok birey açısından ele alır ve bireyin bir işi yapabilme kapasitesi veya yeterliliği anlamında kullanır. Bazılarına göre beceri, düşünmeden yapabilmek, bazılarına göre ise nasıl olduğunu bilmektir (know-how). Beceri, genellikle başarmakla ilişkilendirilir. Buna göre beceri, bir işi başarabilmektir. Başarı, becerinin sonucudur. Terim olarak ele alındığında beceri; bir işi veya etkinliği, zihinsel ve/veya fiziksel yolla, hızlı ve doğru bir şekilde gerçekleştirebilme; belirli bir sonuca ulaştırabilme yeteneği veya kapasitesi olarak tanımlanır. Becerinin genellikle kazanıldığı düşünülür; ancak bazı becerilere doğuştan sahip olunabileceği kabul edilir. Zaman zaman bazı kavramların birbirinin yerine kullanıldığı görülmekte ise de özellikle eğitimde yeteneğin, doğuştan getirildiği ve performanstan ziyade kapasiteyi gösterdiği; buna karşılık becerinin, eğitim, okullaşma veya gündelik pratikle kazanıldığı kabul edilir. Becerinin ilişkilendirildiği diğer bir kavram ise zekâdır. Zeki olmanın, beceri kazanmayı kolaylaştırdığı açıktır. Ancak becerinin daha çok kazanılmış davranışlar için kullanılması onu zekâdan ayırır. Tarihte beceri kavramı, daha çok marangozluk, terzilik, berberlik gibi zanaatlar için kullanılmıştır. Bu nedenle başlangıçta beceri, daha çok teknik bilgi ve el-parmak kullanımı anlamını taşırken daha sonra anlamı genişlemiştir. Beceri kelimesinin genelde çoğul hâliyle kullanılmasının nedeni, somut sonuçlara yol açan tek bir beceriden çok, beceri grupları veya takımları hâlinde ele alınmasıdır. Örneğin, “sosyal beceriler” denince; ilişki başlatma becerisi, ilişki sürdürme becerisi, selamlama becerisi ve hayır diyebilme becerisi gibi çeşitli bilgilerden oluşan beceri takımı kastedilir. Beceriler, bilişsel ve psikomotor davranışlar içerir. Buna göre becerikli kişi, bir şeyi anlar ve onu davranışa dönüştürür. Eğitimin beceri kazandırmaya yönelik bir eylem oluşu, öğrenilen bilgiyi davranışa dönüştürme gereğini gösterir. Beceriler, genellikle performans testleri ve sözel testlerle ölçülür. Bu testlerde kişiye verilen görevin değerlendirilmesi ise süreç ve sonuç değerlendirme şeklinde gerçekleştirilir. Süreç değerlendirmede, kişinin gerekli davranışları gösterip göstermediği değerlendirilirken sonuç değerlendirmede elde edilen sonuç, ölçütler açısından ele alınır. Genellikle tepkiler; oran, sıklık, hata, çokluk, ayrılan zaman, aktarılan veya kullanılan bilgi gibi özellikler açısından değerlendirilir.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/beceri
|
ALGI YÖNETİMİ
|
Cengiz Anık
|
İlk olarak ABD’de ortaya çıkan bir uygulama olan algı yönetimi, hedef kitlenin bir kişi veya kuruma yönelik duygu, düşünce ve davranış biçimlerinin istenilen yönde değiştirilmesini amaçlayan sistemli bir iletişim faaliyeti demektir. Halkla ilişkiler faaliyetleri arasında sayılan algı yönetimi, siyasetle ilgili bir kavram olarak ortaya çıkmıştır. Kamuoyunun yönlendirilmesi ve alınan siyasî kararları desteklemesi için tek yönlü yürütülen propaganda faaliyetleri, algı yönetimi çalışmaları kapsamında değerlendirilmektedir. Zihinsel faaliyetlerimiz veri alma, veriyi işleyip ürün hâline getirme ve bir çıktı sunma sürecinden ibarettir. Zihinsel faaliyetlerimiz algı ile başlar. Bu algılar, yorumlama işlemine tabi tutulur. Duyumlar fiziksel ve fizyolojiktir. Algı, ise psikolojiktir. Sesler, ışıklar, renkler, kokular, duygular fiziksel görünümlerine göre değil, psikolojik işlemlere göre algılanmaktadır. Algının psikolojik işlem olması sayesinde; nesnelerin, olayların ve olguların görünmeyen hâllerini de algılamak ve anlamlandırmak mümkün olmaktadır. Uyaranların seçilmesine, örgütlenmesine, yorumlanmasına, anlamlandırılmasına bağlı olarak algılamanın değişiklik arz etmesi, algılama ile iletişim ilişkisine odaklanmayı gerektirmektedir. İletişim tarafları arasında karşılıklı olarak arzu edilen algılama işlemi gerçekleştiriliyor ve iletinin taşıdığı içerik, anlaşılması gerektiği gibi algılanıyorsa, etkili iletişimden söz edilebilir. Duyu hücrelerinin dış çevredeki fiziksel ve fizyolojik enerjileri yakalayarak sinirsel enerjiye dönüştürmesi işlemine algı denilmektedir. Bu sinirsel enerji beyinde işlenmekte ve işlemin sonucunda algısal ürün ortaya çıkmaktadır. Bu işlemin adı algılamadır. Algılama sayesinde elde edilen ürün ise algı kavramı ile anlatılmaktadır. Ses, ışık, renk, sıcaklık, koku gibi fiziksel olayların yanı sıra psikolojik, sosyolojik olay ve ilişkilerin tanınması, anlaşılması, yorumlanması ve anlamlandırması algılama (perceiving) kavramı ile tanımlanmaktadır. Algılama anında, bireyin o andaki ruh hâli, beklentileri, geçmiş yaşantıları, diğer duyu organlarından gelen veriler, toplumsal ve kültürel etkenler devreye girmektedir. Nesnelerin, olayların, duyuların derlenip düzenlenmesine, teyit veya tadil edilmesine algı organizasyonu denilmektedir. Bütünü oluşturan parçaların bir bütün olarak algılanması, organize olan algının yapısal olduğunu göstermektedir. Kişinin dikkat, ilgi ve seçmelerine göre algının gerçekleşmesi ise algının fonksiyonelliğine işaret etmektedir. Yapısal faktörler, fizik çevrenin bireyin sinir sisteminde uyandırdığı tepkilerdir. Kişiler, bütünü oluşturan her bir parçayı ayrı ayrı değil bir bütün olarak algılamaktadır. Örneğin müzik notaları ayrı ayrı anlamsızdır. Belirli bir ölçüye göre bir araya getirilip organize edildiğinde, müziğin ahengi kendisini belli etmektedir. Bu durumda algı yapısal olarak organize olmaktadır. Bireyin ihtiyaçları, ruh hâli, duyguları, beklentileri, tutumu, düşünceleri, deneyimleri, toplumsal şablonu, yönelimleri, değerleri algıyı etkileyen faktörlerdir. Böyle durumlarda da algılama, fonksiyonel olarak organize olmaktadır. Algılama sürecinde; bireylerin çevrelerini kendi kurallarına göre düzene sokması, kendi zevkine, görüşüne, zihinsel yapısına ya da toplumsal şablonlarına ve bireysel tutumlarına göre seçici davranması, algılamanın fonksiyonelliğinden kaynaklanmaktadır. Buna göre algılama hem yapısal hem de fonksiyonel bir süreçtir ve bu faktörlerin ortak ürünüdür. Her algı, bilgi birikimini yeniden düzenleme süreci başlatmakta ve iletişim bu noktada devreye girmektedir. İletişimde anlam, gönderilenden ziyade algılanan içeriktir. Etkili iletişimde, alıcının zihninde var olan kavramlarla bağlantılar kurulması amaçlanmaktadır. Göstergeye yüklenen anlamla algılanan anlam arasında ne kadar çok sayıda bağ kurulursa, etkili iletişim o kadar başarıyla gerçekleşmektedir. İletişimde iletiyi, en az simgeyle en fazla anlamı en etkili araçla hedef kitleye ulaştırmak esastır. Algı organizasyonu ve yönetimi, toplumsal şema ve bireysel tutumla ilgilidir. Şema, algı verisi hakkında mevcut kayıtlarla bağlantılar kurulmasına neden olur. Böylece, karmaşık bilgi yığınlarını işlemek kolaylaşır. Bir uyaranla karşılaşıldığında iki evreli süreç başlar. İçinde bulunduğu bağlam ile kişinin önceki deneyim ve beklentilerine dayanarak bir tahmin oluşturması, birinci evredir. Bu evrede, uyaranla ilgili şema bellekten geri çağırılır. İkinci evrede, algı verisinin özellikleri ve nitelikleri ile şema eşleştirilir. Eşleşme olursa süreç tamamlanır ve uyaran alınır. Eşleşme olmazsa süreç tekrarlanır ve algı verisi ile eşleşme denk düşünceye kadar veriye dair tahminde bulunma işlemi sürer. Deneyimler sonucu oluşan, ilgili olduğu bütün nesne ve durumlara karşı bireyin davranışları üzerinde yönlendirici etki yaratan, ruhsal ve sinirsel olarak bireyin davranış ortaya koymaya hazır olma hâline tutum denilmektedir. Belirli bir konuda beyan eden kanaatler, bireysel tutumları göstermektedir. Tutum, bireyin algı verisine tepki verme eğilimidir. Tutumlar bilişsel ve duygusal öğelerden oluşmaktadır. Toplumsal şema ve bireysel tutumlarla bireyin bağlantılar kurmasına ileti ne kadar katkı sağlarsa, etkili iletişim o denli başarıyla gerçekleşir. Toplumsal şemalar daha yerleşiktir ve toplumsal baskı ile korunur. Bireysel tutumların değiştirilmesi kolay olmamakla birlikte, medya içeriğinin katalizör rolü sayesinde; tutumlar bazen tahkim edilir, bazen zayıflatılır ve uygun medyatik üretimlerle kimi zaman da tutum değişikliği gerçekleştirilir. Bireyin toplumsal şablon ve bireysel tutumlarıyla uyumlu verilere odaklanmasına seçici dikkat denir. İleti, şablon ve tutumlarına hitap ederek bireyin ilgisine mazhar olmaz ise iletişim gerçekleşmez. Duyu organlarına gelen uyarılara yönelme ya da organizmanın dış etkilere cevap vermesi, dikkatin oluşmasıyla mümkündür. Bu sebeple, iletişimde hedefin dikkatini çekmek önceliklidir. Uyarıcının şiddet ve büyüklüğü, tekrar, hareket ve değişiklikler, seçici dikkatin etkenleridir. Bir kişi, bir şey dikkatini çekmişse ve algıladığı bir nesne veya durumdan hoşlanmışsa ona yönelir. Birey kendisine zarar verecek şeylerden kaçar ve faydalı olanlara yaklaşır. Bundan dolayıdır ki birey, şablon ve tutumlarıyla uyumlu iletilere kendisini maruz bırakır; şablon ve tutumlarıyla uyumsuz iletileri ise reddeder. Demek ki, bireyleri seçici algılamaya maruz bırakmak demek, onun şablon ve tutumlarına işlerlik kazandırmak demektir. İletişimcinin amacı, algısal süreçte etkili bir iletişim kurmak ve hedef kitleyi seçici algılamaya maruz bırakmaktır. Sürecin ilk aşaması ileti sunumudur. Burada önemli olan hedefin ilgisini çekmektir. İkinci aşama iletiye dikkat edilmesini sağlamaktır. Bu aşamada amaç seçilmeyi temin etmektir. Sürecin üçüncü aşaması kavramadır. İletinin hedef kitlenin ilgisini çekmesi, dikkatleri üzerinde toplaması yeterli değildir; kendini kavratması gerekir. Bu aşamada kişi, ilgisini çeken iletinin görsel ve işitsel olarak kodunu çözer ve iletiyi anlamlandırır. Dördüncü aşama, içeriğin kabul edilmesi veya reddedilmesidir. Beşinci aşama, bir önceki aşamada edinilen kanaat doğrultusunda yeni bir karar alınması ya da tutumun yeni bir biçim almasıdır. Son aşamada, oluşan veya değişen tutuma yönelik bir davranış, eylem ya da bir tepki verme söz konusudur. Bireyleri seçici algılamaya maruz bırakmak için altı aşamalı iletişim etkinliği gerçekleştirmek gerekmektedir. Altı aşamanın başarısına bağlı olarak algıların organize edilmesi, yönetilmesi ve seçici algılamaya maruz bırakılması, etkili iletişim sayesinde mümkün olmakta ve bireylerde beklenen davranışların yaratılması sağlanmaktadır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/algi_yonetimi
|
ANARŞİZM (Felsefe)
|
M. Hanefi Macit
|
Anarşizm, otoritenin reddiyesini, tahakkümün her türlüsünün karşıtı olmayı ifade eder. Anarşi sözcüğü, Grek dünyasında askeri lider ya da hükümdar/yönetici anlamlarına gelen “arkhos” sözcüğünün “sız” ya da “siz” ön ekiyle birleşmesiyle “hükümdarsız/lidersiz” anlamında kullanılmıştır. Orta Çağ dünyasında ilk dönemlerde öncesiz varlık olarak Tanrı’yı tanımlamak için kullanılan bu sözcük, daha sonra tekrar Grek dünyasındaki anlamına kavuşmuştur. Günümüzde ise anarşizm sözcüğü, kurumsal otoriteden bağımsız biçimde yaşayan insanları tanımlamaktadır. Anarşistlerin en fazla saldırdıkları kavram “devlet”tir. Aslında anarşistlerin devletin reddiyesi için sunduğu gerekçeleri sıralamak genel olarak anarşizmi de özetlemektir. Onlara göre devlet, hukuk, mahkemeler ve ordu gibi baskı araçları bulunan ve bunlar aracığıyla da toplumsal düzensizliğin çaresi değil, öznesi olan bir kurumdur. Bütün kötülüklerin anası, büyük bir mekanizma ve dev bir canavardır. Bütün eşitsizliklerin kaynağında olduğu gibi, bütün kısıtlamaların, özgürlüğü kısan uygulamaların temelinde de o vardır. Çünkü devletin özü tahakkümdür ve bu nedenle kendini doğal zorunluluk gibi dayatır; ama o zorunlu olmadığı gibi gerekli bir kurum da değildir. Bu nedenledir ki anarşistler, doğada içkin olduğu kabul edilen doğal zorunlulukların tahakkümüne karşı bir tavrı dile getirmez. Anarşistlerin karşı olduğu zorunluluk doğal olana değil, yapay olanadır; var olana değil, icat edilmiş olanadır, bilinçli seçimin sonucunda ortaya çıkana değil, iradeyi tecrit edenedir, varlığın özünde içkin olarak mevcut olana değil, zihinler tarafından hayalle kurgulanmış olanadır. Başta devlet olmak üzere, zihinle kurgulanmış bütün örgütlü kurumlar tahakküm odaklarıdır. Bu noktalarda müşterek olan anarşistlerin çözüm önerilerinde birbirlerinden ayrıldıkları görülür. İnsan doğası, toplumsal örgütlenme biçimi ve amaçlara ulaştırıcı yöntem seçimi itibarıyla, toplumcu ve bireyci olmak üzere iki tür anarşizmden bahsetmek mümkündür. Toplumcu ve bireyci anarşistler arasındaki temel fark, bireyin toplumsal yapının oluşumundaki yeri noktasında açığa çıkar. Bireyci anarşizm, kolektivist yaklaşımın grup tiranlığına dönüşeceğini savunurken, toplumcu anarşizm, bireye yapılan aşırı vurgunun atomist bir topluma yol açacağını ve bireyler arasında ortaya çıkacak rekabet unsurunun, toplum içerisinde var olması gereken dayanışma ve yardımlaşma ilkesine darbe vuracağını iddia eder.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/anarsizm_felsefe
|
ANOMİ
|
Enes Kabakcı
|
Kolektif norm ve değerlerin kısmen ortadan kalkması veya bir bütün olarak zayıflayarak etkisizleşmesi neticesinde grup veya toplumlarda meydana gelen görece düzensizlik, parçalanma veya çöküş durumunu ve tüm bu değişimler/altüst oluşlar karşısında bireyin toplumsal aidiyet ve güven duygusunu yitirmesini ifade eder. Etimolojik olarak kanunsuzluk, kuralsızlık, düzensizlik anlamı taşıyan bu kavram, sosyolojik kurama Émile Durkheim (ö. 1917) tarafından kazandırılmıştır. Sosyolojinin en önemli betimleyici kavramlarından biri olan anomi, Durkheim’ın önce Toplumsal İşbölümü başlıklı tezinde geliştirdiği, ardından İntihar adlı eserinde olgunlaştırdığı “sosyalleşme” kuramının temel taşlarındandır. Durkheim’a göre sosyalleşme, genellikle iç içe geçen ve birbirini tamamlayan iki ayrı süreci içerir: bütünleşme ve düzenleme. Sosyolojik gelenekte genellikle tek bir terimle (bütünleşme) karşılanmakla birlikte, Durkheim, birey ile toplum arasında dengeli bir ilişkinin nasıl kurulabileceği bahsinde bu iki süreci ayrı ayrı ele alır. Bir grubun bireyi kendine çekmesi ve bağımlı kılması, onu temellük etmesi anlamına gelen “bütünleşme”, grup üyelerinin ortak tutku ve amaçlar etrafında kurup geliştirdikleri karşılıklı ilişkilerin yoğunlaşmasıyla gerçekleşir. “Düzenleme” ise grubu oluşturan bireylerin adil ve meşru kabul ettiği bir toplumsal hiyerarşi, disiplin ve iktidarın varlığıyla sağlanır. Bu bağlamda Durkheim’a göre toplum, sadece bireylerin duygu ve etkinliklerini eşit olmayan bir şiddetle kendine çeken bir nesne değil, aynı zamanda “düzenleyen” bir iktidardır. Anomi, sosyalleşmenin “düzenleme” boyutunun zayıfladığı, düzenleyici toplumsal iktidarın nüfuzunu kaybettiği bir durumu ifade eder. Bu anlamda, zihinsel-psikolojik bir süreç ya da bireysel bir hâletiruhiyeye değil; kolektif kuralların yaptırım gücünü yitirdiği, kişisel tutum, davranış ve arzuların ortak normlar tarafından düzenlenmediği, bireylerin amaçlarına ulaşmada ahlaki rehberlikten yoksun oldukları bir toplumsal duruma karşılık gelir. Anomi, özellikle hızlı değişim süreçlerinde yerleşik norm dizgelerinin yerlerini yenilerine bırakma aşamasında veya birbirleriyle çelişmeleri hâlinde ortaya çıkar. Toplum tarafından bireye dayatılan kuralların yaptırım gücünü kaybetmesi, Durkheim’a göre “ahlaki sefalete” yol açar. Durkheim anomiyi ilk olarak tezinde, “iş bölümü” bağlamında ele alır. Mekanik dayanışmayla karakterize ettiği geleneksel toplum tipinden organik dayanışmanın hüküm sürdüğü modern-sınai toplum tipine geçişe paralel olarak, iş bölümünün önceki dönemlerle kıyaslanamayacak ölçülerde geliştiğini kaydeder. Ne var ki iş bölümü; bireyler arasında karşılıklı bağımlılık ve dayanışmayı artırmak ve bunun gerektirdiği açık veya örtük kurallar sistemine sadakati güçlendirmek yerine, amaç ve değerlerin bireyselleşmesiyle çatışma ve izolasyona neden olur. Örneğin, entelektüel alanda iş bölümü (uzmanlaşma), bilim insanlarını ortaklaşmaya değil tecrit olmaya ve bireysel çalışmaya iter. Ekonomik alanda ise kapitalizme bağlı pazar üretiminin gelişmesi, pazarın genişlemesi ve ihtiyaç olandan fazlasını üretme eğilimi önceki düzeni bozar; iş birliğinin yerini çatışma ve rekabet alır. Kolektif amaçların bireyselleşmesi, toplumsal norm ve kuralların yaptırım gücünü yitirmesi, Durkheim’ın “anormal” olarak nitelediği “anomik iş bölümü”ne sebep olur. Durkheim anomiyi İntihar’da çok daha kapsamlı bir şekilde tekrar ele alır. Toplumun, bireyleri sınırlama veya yönlendirmede yetersiz kaldığı, yani -terfi, kazanç veya cinsel tutkular üzerinde- normatif düzenlemeler yapma işlevini kaybettiği durumlarda artan “intihar oranlarına” dikkat çeker. Modern toplumlarda yükseliş eğiliminde olan bu intihar tipini “anomik intihar” olarak adlandırır. Anomi özellikle hızlı toplumsal değişim süreçlerinde, ekonomik/siyasal kriz veya ani refah artışı dönemlerinde belirir. Geçiş süreçlerinde, geleneksel davranış kuralları tasfiye olur ya da eğreti kural ve kurumlar ortaya çıkar. Ekonomik krizle birlikte sosyoekonomik piramidin üst kesimlerinden aşağıya doğru sert bir düşüş yaşayan bireyler, kendilerini evvelki yaşamlarını düzenleyen normların işlemediği yeni bir ortamda bulurlar. Refahın ani artış gösterdiği dönemlerde ise sosyoekonomik piramidin tepesine doğru hızla tırmanan bireyler kendilerini, yaşamlarını düzenleyecek toplumsal destek ve normlardan yoksun bir vaziyette bulurlar. Zenginleşme insanın arzularını “coşturur”, bireyciliği azdırır, isyan duygularını uyandırır, kural tanımazlığa ve ahlaki yozlaşmaya, tek bir sözcükle anomiye yol açar. Durkheim’a göre kriz durumları ve ani refah artışları dışında anomiye neden olan bir diğer mesele ise aile yapısının çözülmesi, evlilik bağının kırılganlaşmasıdır. İstikrarlı evlilik, kişisel yaşamı düzenler ve eşlere “ahlaki bir denge” sağlar. Aile kurumunun sarsıldığı, boşanmanın yaygın olduğu toplumlarda “düzenleme” de zayıftır; birey, tutkularını dizginleyecek sınırlamalardan yoksundur. Durkheim’ın “anomi” kavramıyla betimlediği toplumsal durum, sonraki yıllarda pek çok araştırmaya konu olmuştur. Örneğin William Isaac (ö. 1947) ve Florian Witold Znaniecki’nin (ö. 1958) ABD’deki Polonyalı köylüler üzerine yaptıkları araştırma, göçün aile ortamında “toplumsal düzensizliğe” (social disorganization), bireylerde ise “ahlaki bozulmaya” (demoralization) nasıl yol açtığını gösterirken, özel bir anomik duruma işaret etmektedir. Polonyalı köylülerin önceki toplumsal yaşamlarında sahip olduğu değer, norm ve kurallar Yeni Dünya’da geçersizleşmiş ve bu durum varoluşsal bir anlam ve amaç kaybına sebep olmuştur. Talcott Parsons (ö. 1979) anomiyi; amaçların belirgin olmaması, tutumları yönlendiren normların belirsizliği, beklentiler arasında meydana gelen çatışma ve yerleşik sembolik referansların bulunmaması gibi dört temel göstergeyle tanımlanır. Kavrama farklı bir yorum getiren Robert Merton’a (ö. 2003) göre ise anomi; toplumun, bireylerin önüne belli hedefler koymasına karşın, bunlara ulaşmada gerekli olan imkân ve araçları sağlayamadığı durumlarda ortaya çıkar. Toplumsal “başarı”, modern toplumun üyelerine dayattığı genel bir erektir. Ancak pek çok birey, içine doğdukları toplumsal koşullara bağlı olarak bu hedefe erişemez; neticede pek çok tipte sapma davranışı gelişir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren sanayi toplumu, modernleşme ve göç deneyimleri gibi farklı bağlamlarda yapılmış pek çok çalışmanın kuramsal odağında bulunan “anomi” kavramı, değişimin her geçen gün ivme kazandığı günümüz toplumlarında sosyal bilimsel geçerliğini ve güncelliğini -belki de hiç olmadığı kadar- koruyan önemli bir çözümleme aracıdır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/anomi
|
ANLAMBİLİM
|
Gülsün Leylâ Uzun
|
Sözcüklerin ve dilsel ifadelerin anlamlarının incelenmesine odaklanan ve birçok faklı yönü olan geniş bir araştırma alanıdır. İncelenen dil, Türkçe veya İngilizce gibi doğal bir dil veya bilgisayar programlama dili gibi yapay bir dil de olabilir. Doğal dillerde anlam, esas olarak dil bilimciler tarafından incelenir. Anlambilim, çağdaş dil biliminin ana alanlarından biridir. Anlambilim incelemelerinde, anlama ilişkin bilgiyi tanımlamak gibi genel bir amaç paylaşılıyor olsa da birbirinden oldukça farklı yöntemler kullanılabilir. Anlambilim alanının felsefe, psikoloji ve sosyoloji gibi anlamın yaratılmasını ve aktarılmasını araştıran diğer alanlarla güçlü bağlantıları vardır. Bu yüzyılın başlarında, anlambilim alanında pek çok çalışma felsefeciler tarafından yapılmıştır ve hâlâ da yapılmaktadır. Bu komşu alanlarda sorulan soruların bazıları, dil bilimcilerin anlambilim üzerine çalışma biçimleri hususunda önemli etkilere sahip olmuştur. Felsefik, psikolojik veya sosyolojik temellere dayanan farklı tanımları verilebilirse de dil bilimsel bakış açısında anlam, ana dili konuşucularının dile ilişkin doğal bir bilgisi olarak kabul edilir. Dil bilimciler söz konusu kabulden hareketle bu bilginin doğasını anlamaya çalışır. Dilde anlamın nasıl işlediği sorusu, dil bilimsel anlambilim çalışmalarının temel sorularından biridir. Anlambilim çalışması, dilde anlamın nasıl işlediğini açıklarken araştırmaya dayandırmak için genellikle dilsel ifadelerin anlamı hakkında ana dili konuşucusunun dil sezgisini kullanır. Bunun nedeni, dilsel ifadelerden anlam çıkarma ve(ya) dilsel ifadeleri anlamlı kılma yetisinin insanın bilişsel becerileri arasında öne çıkan bir beceri olmasıdır. Dil sezgisi, ana dili konuşucularının, edinim gereği kendiliğinden gelişmiş dile ilişkin doğal bilgileridir. Bu sayede, herhangi bir dili ana dili olarak konuşan bir birey anlam hakkında aşağıda kimi örnekleri verilen türden sezgisel bilgilere, dil edinimi sürecinin kalitesine de bağlı olarak artan ya da azalan düzeyde sahiptir: Sözcüklerin hem de cümlelerin birden fazla anlamı aktarabilmesi: “Bozuk”. 1. Saat, makine vb. için işlevini yerine getirememek. 2. İnsan için birine, bir şeye kırgın, dargın olmak. vb. Cümlelerin birden fazla anlam aktarabileceği: “Çabuk dışarı çık!”. 1. Bir tehlike var -uyarı- 2. Kızgınım sana. Seni görmek istemiyorum, vb. İki ayrı sözcüğün ya da cümlenin duruma göre aynı anlamda olabileceği: “Betimlemek/ tasvir etmek”. “Saatiniz kaç?/ Saatiniz var mı?”. Bir cümlenin, ögelerinin farklı dizimlerde yeniden dizildiği durumlarda anlamının değişebileceği: “Ayşe eve geldi./ Eve Ayşe geldi”. Dildeki karşıt anlamlılık ilişkilerini: Uzun/kısa; çalışkan/tembel vb. Sözcüklerin ve cümlelerin aktarmalı anlam taşıyıp taşımadığı: “Kafeste bir aslan var./ Aslansın sen!” Ana dili konuşucularının anlam dendiğinde sezgisel olarak ne bildiklerini örneklediğimizde özellikle bu bilginin sözcük ve cümle düzeyinde temellendiği görülmektedir. Elbette ana dili konuşucularının anlama yönelik dilsel bilgileri sözcük ve cümle düzeyinin ötesine de (metin düzeyine vb.) geçmektedir. Ancak dil bilimsel anlambilim çalışmaları daha çok geleneksel olarak bu iki düzeye ilişkin bilgi üzerine odaklanır. Sözcük anlamı nedir sorusu dil biliminin çeşitli alt alanlarınca farklı biçimlerde cevaplanan bir sorudur. Sözcük anlambilimi kuramları (Gönderimsellik Kuramı, Zihinselci Anlam Kuramları, Gösterge Kuramı, Anlamsal Ağlar Kuramı, Anlamsal Özellikler Kuramı) sözcük anlamını kendi modellemeleri doğrultusunda tanımlamaya ve açıklamaya çalışmış kuramlardır. Tüm bu kuramlar, insan zihninin, nasıl olup da bir tür kavramlaştırma/anlamlandırma üreticisi gibi çalıştığını ortaya koyma çabasındadır. Düz anlam (gönderimsel anlam veya temel anlam) bir şeyi çekmek : +eylem, +kılıcı özneli, +etkilenen nesneli, + hareket (yere temaslı, kılıcıya doğru) (Ali masayı kendine doğru çekti.); yan anlam +eylem, +kılıcı özneli, +etkilenen nesneli, + hareket (yere temassız, yukarıya doğru) Ali bayrağı direğe çekti.; imgesel anlam (mecaz) +deneyimci özneli, -hareket (Ali ömrü boyunca dert çekti.) sözcük anlamı nedir sorusunun cevaplanışı sırasında ortaya konmuş temel nitelikli bir kavram üçlemesidir. Sözcükler arası anlam ilişkileri, sözcük anlambilimi kuramlarının öne çıkarttığı bir diğer kavram olarak dikkati çeker. Sözcükler arası anlam ilişkileri konusu da tıpkı anlamın ne olduğu konusu gibi çok yönlü bir içeriğe sahiptir. Benzetme, eğretileme, ad aktarması, eş adlılık, eş anlamlılık, karşıt anlamlılık sözcükler arası anlam ilişkileri üzerine yapılan çalışmalarda tanımlanmış anlam ilişkisi türlerine örnek oluşturur. Anlamlı birimlerin daha büyük anlamlı birimler oluşturmak için sistemli bir biçimde bir araya geldiği ve cümleleri anlamanın bu bir araya gelişteki sistemi anlamayı gerektirdiği düşüncesi, çağdaş anlambilimdeki en önemli konu olmuş ve bu gelişme cümle anlambilimi alanının da kaynağını oluşturmuştur. Anlambilim üzerine çalışan dil bilimciler, sözcüklerin cümlelerde gözlemlenen diziliş biçimleri ile cümle anlamı arasındaki ilişkiyi ortaya çıkaran genel kuralları betimleyebilmek üzere günümüzde de yoğun bir biçimde çalışmaktadır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/anlambilim
|
ARİSTOKRASİ
|
Hamit Emrah Beriş
|
Siyasal iktidarın soylu bir azınlığın elinde bulunduğu yönetim şeklidir. Kavram, aristos (en iyi, en üstün) ve kratia (yönetim) kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Buradan hareketle, aristokrasinin sözlük anlamının “en iyilerin yönetimi” olduğu söylenebilir. Buna göre, belirli bir grup, kalıtsal özellikleri itibarıyla toplumun geri kalanından ahlaki ve siyasi açıdan daha üstün kabul edilir ve bunların toplumu yönetme hakkına sahip oldukları varsayılır. Söz konusu yönetim hakkı da kuşaklar arasında devredilir. Gündelik dilde aristokrasi ifadesiyle belirli bir seçkin grubun herhangi bir örgütsel yapıyı kendi yönetimleri altında tutması, buraya dışarıdan katılımı engellemesi de anlatılabilmektedir. Ayrıca toplumun genelinden farklılaşan, daha seçkinci ve daha rafine belirli alışkanlık ve adetler de aristokratik sıfatıyla anılır. Tarih boyunca siyasal iktidarın doğuştan gelen bazı ayrıcalıklara sahip insanlara ait olması gerektiği yönünde çok sayıda yaklaşım ortaya çıkmıştır. Bu ayrıcalıklar, söz konusu kişilerin, kalıtsal birtakım özellikleri nedeniyle toplumdaki en akıllı, eğitimli, feraset ve basiret sahibi insanlar oldukları yönündeki düşünceden doğar. Eğer bu tür bir anlayışta siyasal iktidar tek kişiye aitse monarşiden, benzer özelliklere sahip seçkin bir azınlık tarafından paylaşılıyorsa aristokrasiden bahsedilir. Platon ve Aristoteles gibi antik düşüncenin büyük filozofları, aristokrasiyi iyi yönetimler arasında sayar. Bunun nedeni, aristokratların erdeme ulaşmaya yatkın olmaları ve doğuştan gelen yöneticilik hasletleridir. Aristokrasi terimi, ilk kez Eski Yunan polislerinde, özellikle Atina’da kullanılmıştır. Bu coğrafyada ilk aristokratların polis öncesi toplumsal örgütlenme olan deme’lerdeki kabile şefleri olduğu görülür. Uzunca süreler boyunca söz konusu kabile şefleri, birlikte polis’i yönetmiştir. Ancak Atina’da antik demokrasinin ortaya çıkışıyla birlikte aristokratların etkisi önemli ölçüde azalmıştır. Benzer ayrıcalıklı grupların iktidar üzerindeki etkisi, İlk Çağ ve Orta Çağ boyunca neredeyse tüm toplumlarda görülür. Bu bakımdan, en yaygın yönetim şekli olarak kabul edilebilecek monarşinin de aristokratik temellere dayandığı dikkat çeker. Diğer taraftan aristokratların atalarından miras kalan kendilerine ait toprakları ve belirli soyluluk unvanları olmuştur. Ancak Avrupa’da zaman içinde ekonomik ilişkilerin de dönüşümüyle bu unvanlar parayla satılmaya başlanmış, ayrıca aristokratların sahip oldukları topraklar da ellerinden çıkmıştır. Özellikle Orta Çağ’da fiilî (de facto) açıdan bir bakıma aristokratik yönetimlerin görüldüğü söylenebilir. Orta Çağ boyunca hâkim olan feodal sistemde, siyasal iktidar parçalı bir yapı sergilemiş ve bir bakıma soylular arasında paylaşılmıştır. Aynı süreçte, kralın konumu, “eşitler arasında birinci” (primus inter pares) nitelemesiyle ifade edilmiştir. Bu ifade, kralın diğer aristokratlar üzerinde mutlak bir hükümranlık yetkisine sahip olmadığını, doğrudan kendi mülkü olan topraklarda diğerleriyle aynı haklara sahip olduğunu, karar alma süreçlerinde bir denge ve mutabakat araması gerektiğini anlatır. Aristokratlar, daha sonra ortaya çıkacak olan merkezî modern devlet anlayışından farklı şekilde, kendi topraklarında çok geniş idarî, mali, askerî ve adli özerkliklere sahip olmuşlardır. Modern devlet formunun ortaya çıkışıyla birlikte ise aristokrasinin gücünde ciddi bir gerileme görülür. İngiltere ve Fransa başta olmak üzere farklı ülkelerde mutlak monarşilerin yükselişiyle birlikte, krallar siyasal iktidarı giderek merkezîleştirmiş ve aristokratların sahip oldukları hakları tedricen ellerinden almıştır. Mutlak monarşilerin neden olduğu tahrip edici etkilerin ardından aristokrasinin sonunu getiren asıl siyasal gelişmeler, Avrupa’da yaşanan iki büyük devrimle yaşanmıştır. 1688’de İngiltere’de yaşanan Şanlı Devrim (Glorius Revolution) ve sonrasında yaşanan gelişmeler nedeniyle parlamentonun sistem içindeki etkisi giderek artmış, aristokratların ayrıcalıklarında ciddi gerileme yaşanmıştır. Fransız Devrimi’nin aristokrasiye bakışı ise çok daha radikal bir çerçevede gelişmiştir. Etat’s Généraux ifadesiyle nitelenen Fransız Parlamentosu, 17 Haziran 1789 günü kendisini “ulusal meclis” ilân ederek aristokratik tüm ayrıcalıkları kaldırdığını açıklamıştır. Böylece Fransa’da aristokrasi ortadan kalkmış, hiç kimsenin doğuştan gelen özellikleri nedeniyle ayrıcalığa sahip olmayacağı anlayışı kabul edilmiştir. Bu yaklaşımın ortaya çıkmasında Aydınlanma düşüncesindeki tüm insanların eşit ve özgür bireyler oldukları fikri etkilidir. Günümüzde “meşruti monarşi” ile yönetilen ülkelerde sınırlı da olsa aristokratik ayrıcalıkların kısmen devam ettiği görülür. Meşruti monarşilerde ülke demokrasiyle yönetilse de başta monarkın içinden geldiği hanedan olmak üzere farklı aileler yönetim süreçlerinde etkili bir görünüm sergilerler. Bu durumun en belirgin örneği, İngiltere’de parlamentonun iki kanadından biri olan ve üyelerinin büyük kısmı verasetle koltuklarına oturan Lordlar Kamarası’dır. Üstelik bu durum demokratik ilkelere ve süreçlere de aykırı görülmez. Buna karşılık, cumhuriyet rejimi, aristokratik ayrıcalıkları kesin şekilde reddeder. Aristokrasiye yönelik bu bakış, günümüzde de demokrasiyle yönetilen monarşiler ile cumhuriyetler arasındaki en önemli fark olarak görülebilir.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/aristokrasi
|
ARAP DEVLETLER LİGİ
|
Doğu Durgun
|
Arap Devletler Ligi, halkının çoğunluğu Arap olan ve Arapçanın resmî dillerden biri olduğu ülkelerin oluşturduğu gönüllü bir bölgesel kuruluştur. Filistin de dâhil olmak üzere toplam 22 üyesi vardır. Suriye’nin üyeliği Kasım 2011’den bu yana askıya alınmıştır. Üye devletlerin temsilcilerinin bulunduğu bir konsey, birliğin işlerini organize eden genel sekreterlik ve sosyal ve ekonomik faaliyetleri yürütmek adına kurulan komitelerden oluşur. Amacı, üye ülkeler arasında çıkan çatışmaları şiddete başvurmadan çözmek, bu ülkelerin ulusal ve uluslararası faaliyetlerini koordine etmek ve sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkilerini arttırmaktır. Ligin ideolojik temelini oluşturan Pan-Arapçılık Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde gelişmiş fakat birlik düşüncesi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yükselen sömürgecilik ve emperyalizm karşıtı hareketler ve Filistin meselesi ile ivme kazanmıştır. 7 Ekim 1944’te birliğin temelini oluşturan İskenderiye Protokolü imzalanmıştır. Arap Ligi 22 Mart 1945’te Mısır, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Suudi Arabistan tarafından kurulmuş ve ardından diğer ülkeler de birliğe üye olmuştur. Kuruluşun hemen ardından üye ülkeler Filistin’de kurulması istenen İsrail Devleti’ne savaş ilân etmiştir. Lig, 1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kurulmasına öncülük etmiştir. Arap Ligi ekonomik, kültürel ve sosyal alanda da birçok proje geliştirerek üye ülkeler arası bağı pekiştirmeyi amaçlamıştır. Bu bağlamda, 1950 yılında Ortak Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması, 1953 yılında Araplar Arası Ticaretin Desteklenmesi ve Transit Ticaretin Düzenlenmesi Sözleşmesi ve 1957 yılında ise Arap Ekonomik Birliği Anlaşması imzalanmıştır. 1953 yılında Pan Arap Oyunları ve 1970 yılında Arap Birliği Eğitim, Kültür ve Bilim Örgütü kurulmuştur. Diğer taraftan, ligin kararlarının bağlayıcılığı sınırlıdır ve çoğunluk oyuyla alınan kararlar sadece bu kararları kabul eden devletleri bağlamaktadır. Ulusal çıkarlar, üye ülkelerde var olan ırk, din ve mezhep ayrılıkları, kültürel hayat ve yaşam kalitesi farklılıkları ve cemaatçilik, birliğin uyumunu ve gücünü zayıflatmaktadır. İsrail-Filistin meselesine yaklaşımlarındaki farklılıklar, Arap Baharı ve yükselen politik talepler, Suriye, Yemen ve Libya’da yaşanan savaş ve şiddeti engellemedeki yetersizliğin Arap Devletleri Ligi üzerinde baskı oluşturduğu savunulmaktadır.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/arap_devletler_ligi
|
ANALİTİK FELSEFE
|
Ali Utku
|
En temel anlamıyla, olgulara ya da imlemlere uygun düşecek mantıksal biçimi bulmak için, kavramların, önermelerin ya da dile getirimlerin analizi olarak dilsel analizi temel yöntem belirleyen; analitik-sentetik önermeler ayrımıyla felsefeyi bir “öğreti gövdesi” olmaktan çıkarıp bir “dil eleştirisi”ne dönüştüren tutumdur. Analitik felsefe, 20. yüzyılın büyük bir bölümünde, Kıta Avrupası felsefesinin tam karşısında konumlanan, İngilizce konuşulan dünyada akademik felsefeye hâkim olan bir felsefi yaklaşımdır ve bu geleneğe mensup filozofların amaç, konu ve yöntem çeşitliliğine rağmen ortak tutumu, felsefe sorunlarına dil zemininde, dilsel analiz yoluyla çözüm aramaktır. 19. yüzyılın sonlarında gelişmeye başlayan, yirminci yüzyılın başat felsefi eğilimlerini reddederek –özellikle Anglosakson coğrafyada– çok yönlü etkileriyle belirleyici bir düşünce hareketi hâline gelmiş olan analitik felsefeyi, bir okul ya da öğreti olmaktan çok, bir felsefi gelenek olarak değerlendirmek gerekir. Bacon (ö. 1626) ve Locke’la (ö. 1704) başlayıp Berkeley (ö. 1753), Hume (ö. 1776) ve Mill’le (ö. 1873) devam eden İngiliz empirizmi üzerinden klasik felsefeye bağlanan analitik felsefe geleneğinin kökleri antik Yunan felsefesine kadar geri götürülebilse de karakterize edici motivasyonları Kant sonrası felsefi süreçler içinde aramak gerekir. Tarihsel olarak Cambridge ve Viyana’da doğan analitik felsefenin kurucuları Cambridge filozofları G.E. Moore (ö. 1958) ve Bertrand Russell (ö. 1970) olmakla birlikte, her iki filozof da Alman filozofu ve matematikçi Gottlob Frege (ö. 1925) ve analitik felsefenin öncülerinden Avusturya asıllı Ludwig Wittgenstein (ö. 1951), Rudolf Carnap (ö. 1970), Kurt Gödel (ö. 1978), Karl Popper (ö. 1994), Hans Reichenbach (ö. 1953), Herbert Feigl (ö. 1988), Otto Neurath (ö. 1945) ve Carl Hempel (ö. 1997) gibi isimlerden etkilenmişlerdir. Analitik felsefe, kavramsal analiz yönteminin öncüsü olan G. E. Moore’un, Hegelci idealizmin kurucu veya asli ilişkiler ve organik bütünler anlayışını reddederken, önceliği bunların yerine bireysel yargı ya da önermelere ve bu önermeleri oluşturan kavramlara veren tutumuyla idealizme karşı bir reaksiyon olarak başlar. Fakat geleneğe asıl ayırt edici katkının, matematiksel mantık ve semantik alanında öncü adımlar atan Frege ile Frege’nin yeni mantık teorisini felsefi analizin imkânlarını genişletecek biçimde geliştiren Russell ve Wittgenstein tarafından sağlandığı söylenebilir. Frege, geleneğin merkezi ilgisi olarak beliren “anlam” ve “imlem” sorunlarına odaklı kapsamlı bir dil kuramı geliştirmiş ve dilsel analizi temel felsefi yöntem kılarak analitik felsefenin gelişiminde öncülük etmiştir. Frege’nin ardılı olan Russell, ünlü “betimlemeler teorisi”yle betimleyici önermelerin analizi için mantık teorisini kullanır. Felsefeyi dilsel, mantıksal analize indirgeyen Russell, geleneksel felsefenin sorunlarına mantıksal analiz yöntemiyle yaklaşıldığında bu sorunların ya aslında sorun olmadıklarının, ya da mantıksal açıklığı bekleyen sorunlar olduklarının kavranacağını savunur. Cambridge’de Russell’la çalışıp, bu sayede Frege ile de temas etmiş olan Wittgenstein ise erken eseri Tractatus Logico-Philosophicus’ta Russell’ın ideal veya yetkin bir dilin çerçevesini temin eden “mantıksal-analitik yöntem”inin yepyeni ve saf bir örneğini uygulamaya sokmuştur. Erken dönemini karakterize eden Tractatus Logico-Philosophicus ve geç dönemini karakterize eden Felsefi İncelemeler ile dil merkezli iki ayrı felsefe üreten Wittgenstein’ın dile yaklaşımında kariyerini belirleyen dönüşüm, analitik felsefenin erken ve geç dönemlerinin ruhunu da ele verir. Bir “ideal, biçimsel dil” tasavvuruna yaslı Tractatus Logico-Philosophicus, olgusal-yasal söylem alanının sınırlarını belirleyecek “anlamın resim kuramı” ile mantıksal pozitivizm ve Viyana çevresi üzerinde etkili olmuştur. Erken döneminin indirgemeci ideal dil tasavvurunun reddine dayalı, “dil oyunları teori”siyle dilin çokluk ve çeşitliliğini olumlayan, anlamı “yaşam biçimleri” çerçevesinde bağlam ve kullanımla birlikte düşünen Felsefi İncelemeler ile gündelik dil felsefesi hareketi üzerinde etkili olmuştur. Mantıksal analize indirgenmiş dil kavrayışının aşırı derecede sınırlayıcı olduğu fikrine yaslanan gündelik dil felsefesinin J. L. Austin ve P. Strawson gibi temsilcileri, formel mantığın, düşünce ve dilimizin karmaşık kavramsal yapılarını tam olarak yakalayıp kuşatamadığını ve dolayısıyla kavramsal analiz için çok daha heterojen ve formel olmayan bir yaklaşıma ihtiyaç duyulduğunu savunmuşlardır. Bu düşünce ve bakış açısı, dili konu alan araştırmalara çok sayıda yeni yaklaşımın dâhil edilmesi sonucunu doğurmuştur. Bunlardan en önemlisi, Wittgenstein’ın dil oyunlarıyla birlikte anılan söz edimleri teorisidir Söz edimleri teorisi, konuşmayı ya da sözü bir tür eylem olarak alır ve sözün anlamının konuşmacının söz edimleri yoluyla yaptıkları şeyin ışığında anlaşılması gerektiğini öne sürer.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/analitik_felsefe
|
ANNELİK-BABALIK
|
Fahri Çakı
|
Annelik ve babalık sosyal birer kurumdur. Sosyologlar bir statü olması boyutuyla anne/baba, ebeveynlik davranışı olması boyutuyla annelik/babalık ve ebeveynliğe ilişkin sosyal beklentilere, deneyimlere ve yapılara atıf boyutuyla annelik/babalık arasında ayırımlar yaparlar. Statü olarak anne/baba, belirli bir veya birkaç çocuk ile belirli bir kadın/erkek arasında kurulan bağlantıya (biyolojik veya sosyal) işaret eder. Ebeveynlik davranışı boyutu, annelik/babalık fiilinin nasıl icra edildiğine işaret eder. Sonuncu boyutuyla annelik/babalık ise anne/baba olmayla ilgili kültürel normlara, kamusal anlamlara atıf yapar. Anne/baba ve çocuk arasındaki bağlantı biyolojik temele dayanabileceği gibi sosyal temele de (üvey çocuk, evlatlık, koruyucu aile vb.) dayanabilir. Ayrıca sosyal bir kurum olarak annelik/babalık, ailede ve işte, cinsiyet farklılaşmasının ve hiyerarşinin yeniden üretimine katkıda bulunur. Annelik ve babalık araştırmaları sosyolojinin yanı sıra bir dizi akademik disiplince yürütülmektedir. Ayrıca akademi dışında da hem annelik hem babalıkla ilgili araştırmalar, başta edebiyat olmak üzere geleneksel akademik bağlamların dışında da mevcuttur. Sosyal bilimlerde, özellikle pozitivist ve gelişimsel bir perspektife dayanan araştırmacılar, bireysel annelerin davranışlarının belirleyicilerini ve etkilerini ve/ya baba etkisinin ve baba-çocuk ilişkilerinin çocukların ve babaların iyiliği üzerindeki etkisini araştırmak için nicel teknikler kullanırlar. Anket materyaline uygulanan istatistiksel teknikler, kadınların/erkeklerin yapısal konumları ile annelik/babalık davranışları arasında neden ve sonuç bağlantıları geliştirmek için de kullanılır. Öte yandan genellikle sembolik etkileşimci bakış açısıyla ilişkilendirilen, yorumlayıcı, nitel yaklaşımlar, bireylerin farklı annelik/babalık biçimlerine ilişkin algılarını, deneyimlerini ve sosyal normları/beklentileri ve anne/babaların bu normları müzakere ettiği süreçleri araştırmaya odaklanırlar. Bu tür araştırmacılar bir uygulama olarak anneliğe/babalığa ve sosyal bir kurum olarak anneliğe/babalığa ilişkin teorik bakış açıları oluşturmaya eğilimlidir. Birçok feministin aktif katkılarıyla annelik üzerine akademik çalışmaların babalıktan daha erken başladığı ve daha fazla yoğunluk kazandığı söylenebilir. 2. Dünya Savaşı’nın ardından kadınların iş yaşamında aldıkları aktif rollerle başlayan süreç bu durumun doğmasında belirleyici olmuştur. Babalık araştırmaları ise 1970’lerden itibaren gelişmeye başlamıştır. Kadınların iş gücü piyasasına katılımının artması, anneliğin inşası hakkındaki tartışmayı yoğunlaştırmış ve erkeklerin ailedeki rolleri hakkında görece yorum eksikliğinin farkına varılmasına yol açmıştır. Böylece babalık araştırmalarının, annelik analizlerinin hâkim olduğu aile araştırmalarına denge sağlayıcı bir rol oynadığı söylenebilir. Annelik araştırmaları, kadının hem aile içinde hem çalışma hayatındaki iki kat iş yüküne dikkat çekerken, özellikle psikoloji temelli babalık araştırmalarının, çocukların başarılı duygusal ve eğitimsel gelişimi için babaların önemini vurgulamaya meylettiği görülür. Annelik teorisyenleri, onun kurumsallaşmasını biyolojik bir veriden çok, açıklanacak sosyal bir düzenleme olarak ele alırlar. Hays, anneler için yoğun sosyal normların biyolojik gerekliliği aştığını ve birçok annenin biyolojik olarak bağlı olmadığı çocukları beslediğini belirtir. Chodorow’un ‘’anneliğin yeniden üretimi’’ üzerine etkili çalışması, kızların annelerinin kimliklerini içselleştirdiklerini, bunun da anneliğe aşırı yatırımı öz saygı ve başarının birincil kaynağı olarak içerme eğiliminde olduğunu ileri sürer. Öte yandan oğullar, anneleriyle özdeşleşerek cinsiyet kimliklerini geliştirirler ve Chodorow’a göre bu durum kadınlıkla ilişkilendirdikleri bakım davranışının değersizleşmesiyle sonuçlanır. 1980’lerde su yüzüne çıkan bir başka teorik unsur, annelik pratiğinin sadece cinsiyet hiyerarşisinin ve cinsel iş bölümünde kadının güçsüzleştirilmesinin bir sonucu olmadığını, toplumsal hayata yönelik daha benmerkezci ve rekabetçi yaklaşımlara bir alternatifi temsil ettiğini öne sürer. McMahon, örneğin kadınların anne olduklarında, içlerinde ahlaki bir dönüşüm yaratacak şekillerde değiştiğine dikkat çeker. Bu görüşe göre annelerin davranışları, toplumu ahlaki olarak kurtaracak potansiyeli içerir. “Anne düşüncesi”, annelerin çocuklarının ihtiyaçlarına en iyi ihtimalle yaşamı koruma ve geliştirme arzusunu yansıtan yanıtlarında gelişir. Annelik düşüncesi, anne ve çocukların özel ilişkilerinin ötesinde insan sevgisini ve barışı artırma imkânı sunar. Ebeveynlik stilleri ve davranışları annelik/babalık araştırmalarında geniş yer tutar ve birçok kategoride ele alınırlar. Çocuk yetiştirme stilleri, genel olarak anne babaların çocuğa sağladığı duygusal atmosferi yansıtır ve çocuklarına uyguladıkları disiplin ve gösterdikleri sevgi derecesine göre dört temel örüntü gösterir: demokratik, yetkeci-otoriter, izin verici ve ihmalkâr. Baumrind da ebeveynlik tutumlarını 1) Yetkili, 2) Otoriter ve 3) Hoşgörülü ebeveynlik kategorilerine ayırır. Babalık araştırmalarında beliren en önemli temalardan birisi ise babalığın değişen doğasıdır. Geçmiş dönemlerdeki babalığın katı ve bağımsız olduğu klişeleşmiş imgesi, çağdaş fikirlerle karşılaştırmak için sıklıkla bir temel olarak benimsenmiştir. Eski/geleneksel babalık modeli ahlaki koruyuculuk, disiplinden ve eğitimden sorumlu ve tek başına finansal sağlayıcı rolleriyle özdeşleştirilirken, yeni babalık modeli, çocukların bakımına aktif katılım yapan bir rolle karakterize edilir. Annelik/babalığın anlamlarının ve rollerinin değiştiği konusunda genel bir fikir birliği olsa da, değişimin boyutu ve modern annelik/babalığın anlamı konusunda fikir ayrılıkları çoktur. “Yeni babalık” söylemi, babalığın “eve ekmek getiren” rolünden çıkıp çocuklarıyla daha yakından ilgilenen ve onların bakımına aktif katılım yapan bir role doğru evrildiğini ileri sürer. “Yeni babalık” söyleminde katılım, erişilebilirlik ve sorumluluk, yeni babalığın temel bileşenleri olarak tanımlanır. Katılım, çocukla bakım ve/ya oyun bağlamında ilgilenmeyi ifade ederken erişilebilirlik, çocuk ile etkileşime açık ve hazır olmayı; sorumluluk ise çocuklar etrafında planlama ve ileriye dönük düşünme eğilimini ifade eder. Böylece baba ile çocuk arasında duygusal bir bağın gelişmesi, babanın çocuğun erişimine açık olması ve onun bakımına katılması, modern (yeni) babanın vasıfları olarak sunulur. Katılımsız (ihmalkâr) ebeveynlerin, özellikle babaların, çocuklarının yaşamlarındaki mesafeli ve ilgisiz pozisyonlarının onların yaşamlarında birçok olumsuz sonuçlar doğurduğu kabul edilir. Buna karşılık katılımcı ebeveynliğin, özellikle babalığın, çocuğun bilişsel, duygusal, sosyal gelişimi bağlamında pozitif etkileri vurgulanır. Ayrıca katılımcı babalığın doğrudan babalar üzerinde de pozitif etkiler yarattığı, yaşamın olağan negatif yönlerinden daha az etkilenmelerinde etkili olduğu, mesleki hareketlilik, iş başarısı ve toplumsal üretkenlik üzerinde mütevazı ve olumlu bir etkisi olduğu ve erkeklerin çocuklarıyla duygusal katılımının işle ilgili streslere karşı bir tampon görevi gördüğü belirtilir. Geleneksel olarak çocuğun günlük bakımının annelik rolüyle ilişkilendirilmesine rağmen yeni babanın da bu role ortak olması, annelik ve babalık rollerinin birbirine yaklaşmasına işaret eder. Bu bağlamda “yeni baba” kavramının bir metanarrative (büyük anlatı) olduğuna dikkat çeken Eerola ve Huttunen, babalık rolünün “anne benzeri” bir bakıcı rolüne, bir “yedek tekerleğe” dönüştüğünü ileri sürerler. Hangi babalık davranışlarının katılımcılığı içerdiği ise fikir birliği olmayan bir tartışma konusudur. Annelik ve babalık araştırmalarında görülen ortak bir eğilim, annelerin/babaların sosyal durumlarının ve çocuklarıyla ilişkilerinin homojen olmaktan çok uzak olduğunun farkına varılmasıdır. Yeni araştırmalar, teknolojik gelişmelerin annelik ve babalık üzerinde yarattığı önemli etkilere daha duyarlı görünmektedir. Bununla beraber, artan boşanmalar ve yeniden evlenmeler sayesinde sosyal annelik ve sosyal babalık da daha fazla dikkat çekmeye başlamıştır. Ayrıca ikamet, yaş, sınıf, cinsellik ve etnik köken farklılıklarından kaynaklanan annelik ve babalık deneyimleri ve ideallerindeki farklılıklar da giderek daha fazla araştırma konusu hâline gelmektedir. Annelik ve babalık araştırmalarının gelecekte yerel kültürlere ve yapısal koşullara daha fazla duyarlılık göstererek annelik/babalık deneyimleri ve algılarındaki çeşitliliği daha fazla keşfetmesi beklenebilir.
|
https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/annelik_babalik
|
End of preview. Expand
in Data Studio
Tübitak Sosyal Bilimler Ansiklopedisi Veri Seti
Tübitak Sosyal Bilimler Ansiklopedisi'nde bulunan bütün makaleler yer almaktadır.
Detaylar
- Kaynak: https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/anasayfa
- Dil: Türkçe
- Lisans: Creative Commons Attribution-NonCommercial 4.0 (CC BY-NC 4.0)
Veri Seti Yapısı
baslik: Makale başlığıyazar: Makaleyi yazan kişimakale_metni: Makalenin tam metniurl: Makalenin orijinal bağlantısı
Kullanım
from datasets import load_dataset
ds = load_dataset("yalcineray/tubitak_sosyal_bilimler_ansiklopedisi", data_files="sosyal_bilimler_ansiklopedisi.parquet")
Oluşturan
Eray Yalçın
📧 yalcineray04@gmail.com
- Downloads last month
- 25